19 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

İsrail’de yersizlik, Paris’te yurtsuzluk

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Kavramsal tarihçesi belki daha geriye gidiyor ama 1980’li yıllarda emperyalizmin “yeni dünya düzeni” ve kültür emperyalizminin “küreselleşme” rüzgârı içinde öne çıkan adreslerden biri de “yersiz yurtsuzlaşma felsefesi”ydi. Ulus devletlerin ve ulusçuluğun hedef tahtasına konduğu düşünsel-entelektüel atmosferde kendinden menkul bir “dünya vatandaşlığı” türetiliyor, “yurt-yurttaş” reddediliyor, yersiz-yurtsuzluk giderek ipsiz-sapsızlığa dönüşebiliyor, örneğin Ahmet Altangiller büyük güçlere sırtını dayayıp “Vatanı bir kadın memesine satarım!” diyebiliyorlardı.
Kavram, kültürün, sanatın her alanında pompalandı, romanlar yazıldı, filmler çekildi, bienaller düzenlendi, “kimliksizlik” övgülere boğuldu, “vatan” kavramı tartışmaya açıldı ve üç otuz paraya satılabilecek hale gelmesi amaçlandı.

İsrailli yönetmen Nadav Lapid’in son Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülü kazanan, Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) jürisince de en iyi film seçilen “Eşanlamlılar”ı (Synonymes), yersiz-yurtsuzlaşma felsefesine odaklanan, ilginç ve sorgulayıcı bir çalışma.

PARİS’TE ÇIRILÇIPLAK

İsrail’den kaçarak hayallerinin ülkesi Fransa’ya gelen Yoav adlı Yahudi gencin serüvenini anlatıyor “Eşanlamlılar”. Yoav’ın kendisini neden ülkesine ait hissetmediğini, İsrail’den neden ve nasıl uzaklaştığını tam anlamıyla öğrenemiyoruz. Yalnızca, yerinin-yurdunun artık İsrail olmadığını ve olamayacağını biliyoruz. Bunun gibi Paris’e gelir gelmez lüks bir apartmandaki boş daireye neden-nasıl geldiği konusunda da veriler yok. Genç adam bomboş dairede duşa giriyor, elbiseleri çalınınca çırılçıplak kalıyor, çok üşüyor ve kendisine yardımcı olan Fransız çiftle tanışıp durumu biraz toparlayarak “Fransız gibi” yaşamak için elinde bir sözlükle kendisini Paris’e bırakıyor. Sırtında yeni bir Fransız paltosu! Fakat tabii ki Fransa, “Gel bakalım göçmen delikanlı, bağrımıza basmak için biz de seni bekliyorduk!” demiyor ve Yoav, İsrail büyükelçiliğinde koruma görevlisi olarak çalışmaya başlaması ya da metroda İsrail milli marşını söylemesi dahil, kaçtığı her şeyin peşinden geldiğini görüyor.

Filmin ana karakteri aslında bir yersiz-yurtsuzlaşma peşinde değil, tam tersine bir an önce yeni yurduna, Fransa’ya ait olmak istiyor ama kavramın bizzat üretim yerlerinden biri olan bu “yabancı” ülke de kültürel kapıları öyle kolay açmıyor.

ÖVSEN ÖVEMEZSİN...

Başlangıcından itibaren pek çok soru ve ünlem işareti yaratarak kopuk kopuk ilerleyen, açıkçası pek seyir zevki içermeyen, bir boyutuyla keskin bir İsrail eleştirisi içeren ama politik mesajlarını çok derinlerden ileten bir film “Eşanlamlılar”. Başroldeki Tom Mercier’nin ilk filmi olduğuna, ilk kez kamera karşısına geçtiğine ise inanmak zor. Kültürler arasında, iki arada bir derede kalmış Yoav karakterinde usta bir oyunculuk sergiliyor, imdb’de bile henüz bir fotoğrafı ve biyografisi hakkında doğru dürüst bilgi olmayan 1993 doğumlu aktör.
Filmin ilginç yanı, İsrail’e olduğu gibi Fransa’ya da ve daha da ötesine geçerek “yersiz-yurtsuzlaşmaya” eleştiriler yöneltmesi, “hiçbir yere ait olmama”nın hiç de pozitif anlamı bulunmadığını göstermeye çalışması. Doğrusu, İsrail söz konusu olunca daha da ilginçlik kazanıyor vaziyet: Övsen övemezsin, satsan satamazsın! İsrailli sinemacıların bu konuda öteden beri oldukça cesur davrandığını da önemle belirteyim.
Geri dönmek istemeyen ve yüklendiği kapıdan da öyle kolayca ve gerçek anlamda giremeyen Yoav’ın serüveni, “kimlik” ve “aidiyet” meselelerine kafa yoranlar için Varoluşçuluğa da göz kırpan ilginç bir malzeme niteliğinde.