İnsanlığa karşı işlenen suçlar ve HDP karşıtı operasyonların hukuki durumu

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ

HDP Siirt Milletvekili

Türkiye’de hukuk, değişen siyasi iktidarlar tarafından her daim ayak bağı olarak görülmüştür. Yasalar, iktidar çıkarlarına uygun eğilip bükülmüşlerdir. Yargı sisteminde, hukuk dışı uygulamalarla her zaman karşılaşılmıştır. Her ne kadar 12 Eylül karanlığına şahit olmuş, 1990’lı yıllar cehennemini yaşamış olsak da, hiç biri son 3 yılda yaşanan hukuksuzluklarla boy ölçüşemez… Bu hukuksuzluk sürecinin en önemli sıçrama noktası, parlamentoda Anayasa’ya aykırı olduğu halde, yürürlüğe konulan milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması ile gerçekleşmiştir. Üstü örtülerek kamuoyunun gözünden kaçırılmaya çalışılsa da, milletvekillerinin rehin tutulma anlayışıyla yargılanmaları, hala bu ülkenin önemli gündemi ve parlamentonun ayıbı olmaya devam etmektedir.

Son olarak geçtiğimiz hafta önceki HDP Eş başkanı Selahattin Demirtaş ile Ankara eski milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in cezalandırılmaları ile kamuoyunda yeniden tartışılmaya başlanılmıştır. Ancak, çok hızlı ilerleyen ülke gündemi ve iktidarın gündem saklaması nedeniyle sorgulanması pek de uzun sürmemiştir. Kuşkusuz bu meselenin hem hukuk devleti ilkesinde, hem de halk iradesinin yok sayılması anlamında derin yaralar bırakması nedeniyle güncelliğini ve yakıcılığını kaybetmesi beklenemez. Aynı zamanda yönetimin ve ona bağımlı yargının hukuktan ışık hızı ile uzaklaştığının belirgin bir örneğini oluşturmaktadır.

7 Haziran seçimlerinde tek başına iktidar olanağı bulamayan AKP, bunun sorumlusu olarak ülkenin tek ve gerçek muhalefetini, yani HDP’yi görmüştür. Elbette, HDP ve HDP’nin ülke halklarına yaydığı umut, iktidarın bekası için “tehlike” idi. Sandıkta dilediği sonucu elde edemeyen cumhurun başı, ülkeyi 1 Kasım seçimlerine zorlarken, hukuktan hızla uzaklaşma yolunu seçmiştir. Bu yolu seçerken de yok etmek istediği hedef, yine HDP olmuştur. Henüz Suruç Katliamının yaraları sarılmamışken, seçim arifesinde ülkenin en kanlı katliamı Ankara Tren Garı’nda gerçekleşmiştir. Ardından 5 Haziran 2015’te, HDP Diyarbakır mitingine saldırı ile ülke baştan sona kana bulanmıştır. Parti binalarına tuzaklanmış bombalı saldırıları söylemeye bile gerek kalmamıştır. Bu kan iklimi ile birlikte yargı da iktidarı yalnız bırakmamıştır. Aynı hedefe kilitlenerek, hızla HDP ve bileşenlerine yönelik operasyonlara başlamıştır. HDP genel merkezi yakılırken seyreden kolluk ve yargı, seçim çalışmaları yürüten HDP ve bileşenlerine deyim yerindeyse, seçim çalışmalarında göz açtırılmamıştır. Neredeyse, saldırıya uğramayan HDP binası kalmamıştır. Partililer linç edilmiş, Milletvekili adayları ölümle tehdit edilmiş, adeta parti ismi yasaklanmıştır. Parti Eş Başkanları posterlerine suç delili olarak el konulduğunu kim unutabilir? Sistematik olarak işlenen bu suçlarda yargı ya fail olmuş, ya da kafasını kuma gömerek görmezlikten gelmiştir. Aynı yargı, HDP’nin yürüttüğü seçim çalışmalarına “suç” gözüyle bakmıştır. Bu acımasız tabloya, baskı ve zulme rağmen hesaplar tutmamış, HDP 1 Kasımda da barajı geçerek parlamentoya 3. Büyük parti olarak girmeyi başarmıştır.

Kendi bekası için tekrar seçime giden iktidar, sandıkta yine umduğunu bulamayınca yine siyasi rakipleri olan HDP milletvekillerini hedef göstermede gecikmemiştir. Dokunulmazlık tartışmalarını en yüksek perdeden dile getiren iktidar sözcüleri, Anayasadaki değişiklik teklifini hukuka aykırı olmasına rağmen parlamentoya getirmede beis görmemiştir. MHP’nin tam desteği ve CHP’nin “Anayasa’ya aykırı ama EVET” yaklaşımı parlamento tarihinin trajik dönüm noktalarından biri olmuştur. Meclisteki diğer üç siyasi partinin de bu değişikliğe evet demesi, HDP’nin tek hedef olduğunu açıkça göstermektedir. Bununla birlikte, bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı mensuplarının fezleke üzerine fezleke hazırlama yarışına girmiş olmaları, ciddi sorgulanması gereken bir hadise olarak karşımıza çıkmıştır. Savcıların HDP milletvekilleri hakkında fezleke hazırlamada gösterdikleri çaba ve istikrar, adeta hukuk fakültelerinde ve adalet akademilerinde, HDP’liler hakkında nasıl hızla fezleke hazırlanacağına dair özel eğitim verildiğini düşündürtmektedir. Rakamlarla ifade edecek olursak, bu söylemimin abartı olmayacağı anlaşılacaktır. 2007 ile 24 Aralık 2015 yılları arasındaki 8 yıllık dönemde partimiz ve daha önce siyaset yapan aynı gelenekten gelen BDP ve DTP milletvekilleriyle ilgili olarak toplam 182 adet fezleke Meclise gelmiştir. Aralık 2015 ile Mayıs 2016 tarihlerini kapsayan beş aylık dönemde 382 adet fezleke gönderilmiştir. Bu fezlekelerin 152 adedinin ise 20 Mayıs’ta yapılan Anayasa değişikliği ile birlikte gönderilmiş olması, dikkate değer bir veridir. 20 Mayıs 2016 tarihli Anayasa değişikliğinin TBMM ve kamuoyunda tartışıldığı dönemde 468 yeni fezleke TBMM’ye gönderilmiştir. Bu fezlekelerin %79’u HDP milletvekillerine aittir. Buna karşın 2 Ocak 2016 tarihinden itibaren, iktidar partisi milletvekillerine ait sadece 8 yeni fezleke intikal etmiş durumdadır. Bu tablonun irdelenmesi ve sorgulanması gerekmektedir. Verilerde görüldüğü gibi yargı da operasyona ortaklık etmiştir. HDP’lilere yönelik tutuklamalar, verilen mahkumiyet kararları, vekilliklerin düşürülmesi, HDP ve bileşenlerinin sürekli kriminalize edilmesi, yargı tehdidi altında bırakılması ve benzeri biçimde seyreden gelişmelerin hukuken bir izahı yoktur. Tüm bu olağan dışı gelişmelerin, siyasetin yeniden dizaynı ve aldığı akıl almaz kararlarla yurttaşların zapturapt altına alınması gayretinin ürünü olduğu açıktır. Operasyon siyasi bir amaca yönelik olunca hukuk içinde kalınması da mümkün değildir.

Bu durumun iç hukuk ve uluslararası hukukta karşılığı nedir? Bu soruya hukuk açısından doyurucu bir cevap vermenin tek yolu; iktidarın HDP’yi hedef tahtasına koymasından sonraki süreçte yaşama geçirilen adli ve idari uygulamaların nelerden ibaret olduğunu ortaya koymaktan geçmektedir. Kuşkusuz uygulamaların tamamını bir yazıda ifade etmek mümkün değildir. Ancak birkaç cümle ile birkaç hukuksuzluğu belirtmek, bu yazının amacına hizmet edecektir.

Dokunulmazlıkların kaldırılması süreci HDP dışında kalan Meclisteki tüm partiler tarafından desteklenerek yaşama geçirilmiştir. Bu açıdan, HDP ve siyasetinin tasfiyesi süreci Yasama organı tarafından desteklenmiştir. Yasama organı da operasyonun bir parçası olmuştur. Anlaşılamaz hukuk dışı yöntemlerle önceki dönem eş başkanları ile milletvekilleri tutuklanmış, 11 milletvekilinin vekilliği düşürülmüştür. Başta HDP genel Merkezi olmak üzere, nedeyse bütün il ve ilçe binaları saldırıya uğramış, kundaklanmıştır. Benzer saldırılar bu gün de devam etmektedir. HDP’nin faaliyetleri, seçim çalışmaları da dahil olmak üzere, adli ve idari merciler eliyle keyfi olarak engellenmiş, engellenmeye devam etmektedir. HDP’li belediye başkanlıklarının -istisnalar dışında- tamamı görevden uzaklaştırılmış, yerlerine devlet memurları kayyum olarak atanmıştır. HDP dışındaki diğer siyasi parti belediye başkanlarının görevden alınmaları halinde yerel yönetimler mevzuatı kapsamında belediye meclisleri tarafından yeni belediye başkanı seçilirken, HDP bileşeni(DBP) belediye başkanları tutuklanmış, yerlerine kayyum olarak kamu personelleri görevlendirilmiştir. Tek başına bu durum HDP’nin farklı hukuk ve uygulamayla karşı karşıya olduğunu ortaya koymaktadır. Parti yönetici ve üyeleri sürekli kolluk baskısına maruz kalmaktadır. Partinin tüm kademelerinde görev yapanlara kesintisiz gözaltı, tutuklama ve ceza kararları tatbik edilmektedir. Basın yayın organlarında katı sansür uygulanmaktadır. İktidar sözcülerinin sürekli HDP’yi hedef gösteren açıklama ve tehditleri sürmektedir. Bütün siyasi parti seçilmiş milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldığı halde (biri hariç), sadece HDP milletvekilleri soruşturma aşamasında gözaltına alınmış, tutuklanmıştır. Meclis grubunun düşürülmesi için iktidar ve yargının elbirliği görülmemiş bir şekilde devam etmiş/etmektedir. Adli ve idari mercilerin siyasi tasfiye amaçlı olarak yürütülen çalışmalar neticesinde 1000’lerce HDP’li aktivist, üye ve yöneticileri özgürlüklerinden yoksun bırakılmış, tutuklanmışlardır. Yapılan şekli yargılamalar sonucunda cezalandırılmışlardır. HDP’ye olan yaklaşıma benzer bir uygulamanın Türkiye’deki herhangi bir siyasi partiye uygulandığını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla siyasi operasyonların tümü HDP ve HDP fikriyatına karşı yürütüldüğü her türlü tartışmanın dışındadır. Belirtilen tasfiye girişimleri merkezi olduğu gibi, Türkiye’nin en ücra köşelerine kadar genel uygulama veya idari pratik haline getirilmiştir. Hukuk düzleminde bu durumun “sistematik” olmadığını kim ileri sürebilir?

HDP ve taraftarlarına karşı yürütülen operasyon, baskı ve uygulamalarda idari ve adli işbirliği mevcuttur. Koordineli bir faaliyet olduğu iktidar çevrelerince yapılan açıklamaları takiben soruşturma ve kovuşturmaların yoğunlaşmasından anlaşılmaktadır. Uygulamaların sistematik ve oldukça geniş bir kitleyi hedefleyen planlı bir eylem olduğu şüphe götürmez. Savcı ve hâkimlerin “siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistemli bir şekilde” şahısları hürriyetinden yoksun bırakmaya yönelik verilen tutuklama ve ceza kararlarına dair eylemleri tüm unsurları ile birlikte değerlendirildiğinde; “insanlığa karşı suçtur!”

TCK’nin 77 inci maddesinin 1/d fıkrası; kişiyi hürriyetinden yoksun kılmanın; siyasal, felsefi, ırki veya dini saiklerle toplumun bir kesimine karşı bir plan doğrultusunda sistematik bir biçimde uygulanmasını insanlığa karşı suç olarak tanımlamaktadır. Buna göre; milletvekillerine, DBP ve HDP’li belediye başkanlarına, parti yöneticilerine, parti üyelerine, parti çalışanlarına, parti taraftarlarına dönük sistemli ve planlı bir tutuklama ve cezalandırma pratiği, HDP ve bileşenlerine yürütme ile yargının yaklaşımı, TCK-77 inci maddesinde tam anlamını bulmaktadır. Maddenin gerekçesinde, hükmün esin kaynağının Nürnberg Statüsünün 6/c maddesi olduğu görünmektedir.

“İnsanlığa karşı suçlar” ilk olarak, 2. Paylaşım Savaşı sonrası kurulan Nürnberg Mahkemesi’nin ilkelerinde kavram ve perspektif olarak yerini bulmuştur. Sonrasında kabul edilen Roma Statüsü’nün 7. Maddesinde de “Uluslararası hukukun temel kurallarını ihlal ederek, hapis veya diğer ağır fiziksel hürriyet mahrumiyeti” insanlığa karşı suç olarak tanımlanmıştır. Diğer yandan bu suçun failleri arasında yalnızca kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma kararı verenlerin dışında bu kararın verilmesini sağlayanlar da yer almaktadır. Her ne kadar ceza mevzuatında bu kısım yani ‘yaygınlık’ şartı aranmamasına rağmen, ‘planlı’ ve ‘sistematik’ eylemin suç vasfı taşıdığı öngörülmüştür. Ayrıca, HDP ve fikriyatına yönelik hukuk dışı uygulamalar sadece bir il veya bölge ile sınırlı değildir. Ülkenin en ücra köşelerine kadar sirayet etmiştir. Bu nedenle, “yaygın” olduğu tartışmasızdır. İnsanlığa karşı suçların tanımlandığı ve cezalandırıldığı Nürnberg Mahkemeleri’ne tekrar dönersek; bu mahkemelerin devletin kendi askerlerini, vatandaşlarını yargılamak için kurduğu bir mahkeme değil; savaşın galibi olan tarafın savaşın mağlubu olan tarafın siyasetçilerini, yargıçlarını, askerlerini yargıladığı mahkemeler olduğunun altını çizmekte de özel bir fayda var. Diğer bir deyimle, İnsanlığa karşı işlenen suçların takibi ulusal mahkemelerde olabileceği gibi, Uluslararası mahkemelerce de takibi mümkündür.

HDP ve HDP fikriyatına karşı, TCK 77. Maddesi kapsamında kalan suçların nasıl açık ve pervasızca işlendiğini, Kürt Sorunu konusunda görüş bildiren bir AKP milletvekilinin “Türkiye Cumhuriyeti devleti bugüne kadar hep hukuk içerisinde kalarak bu mücadeleyi sergiledi. Ama şu gözüktü ki, hukukun dışına çıkılması gerekiyorsa artık oraya da çıkılmalı” şeklindeki sözleri ile ifade etmek mümkündür. İdari ve yargısal pratik haline gelen HDP’ye yönelik imha amaçlı saldırılar iktidar mensuplar tarafından da açıklanabilmektedir. Yani, Mesele Kürt sorunu olduğu vakit, devlet hukuk dışına çıkmakta ve suç işlemekte beis görmemektedir. Anlaşılmaz olan, yargının bu suça iradi olarak ortaklık etmekten kaçınmamasıdır.

Sonuç olarak, Nürnberg Mahkemelerini kurduran zorunluluk hali, er ya da geç oluşacaktır. İnsanlığa karşı suç işleyenler bir gün adalet önünde hesap vereceklerdir. Bu kaçınılmazdır. Hukuk herkese lazım, derken kastettiğimiz tam da budur. Bu nedenle, suçu işleyen kim olursa olsun, işlediği suçlardan vazgeçmesi ve evrensel hukuk ilkelerine dönüşü sağlamaları, acil ve mühim bir mesele olarak önlerinde durmaktadır. Yargının işlenen insanlık suçlarına ortak olmak yerine aydınlığa ulaşmada buzkıran görevini üstlenmeleri tüm halkların ortak beklentisi ve isteğidir.