Bu hafta, Türkiye’de, İslamcı ideoloji sahasında kalem oynatan iki kişinin yazıları üzerine eleştirilerimi paylaşmak arzusundayım. Bu isimlerin yazılarının, hâlihazırda yaşadığımız siyasi ortamı düşünürsek, belirli bir kesim üzerinde yaratacakları menfi etki ortada. Son tahlilde yazarlık her şeyden önce mantıksal tartışma dizisinin tutarlı bir inşasına ve hatırı sayılır bir bilgi birikimine muhtaçtır. Bu da yetmez, yazının toplum katmanlarında yaratacağı aksülamelleri de göz ardı edilmemelidir.

KENDİNİ ÇÜRÜTEN ARGÜMAN

Yazımıza, kendisini Türkiye’deki İslâmcı ideolojinin fetva makamı olarak gören ve öyle de görülen ilk isimden şöyle bir alıntı ile başlayalım (vurgular bana aittir):

“Taassub içtihada ve farklı düşünmeye açık olan bir alanda ve konuda yalnızca bir tek görüşün sahih, diğerlerinin hatalı veya batıl olduğuna inanıp farklı düşünen ve inananları İslam dışına atanların zihniyeti ve ruh halleridir.”

Yazar şöyle devam ediyor:

“Tekfir bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek, kâfir ilan etmek demektir. İslam mezhepleri içinden yalnızca ehl-i sünneti, mezheb değil, İslam’ın kendisi olarak kabul edip diğer (ehl-i bid’at) mezhebleri İslam dışına atanlar ile ehl-i sünneti daraltan ve mesela yalnızca Eş’arîleri veya Mâtürîdîleri yahut da selefi ehl-i sünnet, diğerlerini karşı olarak görenler taassub illetine yakalanmış arızalı Müslümanlardır, bunlar ümmeti bölmekte, birliği tahrip etmekte, tefrika fitnesine sebep olmaktadırlar...”

Gördüğünüz üzere burada ilkin ‘tekfir’ teriminin kavramsal karşılığı okuyucu ile paylaşılmış, ardından da tekfire yol açan taassup bir fitne kaynağı olarak tanımlanmıştır ki; bu tarihsel olarak doğru ve tutarlı bir tanımdır. Yazar daha sonra, kendisini de tanımlayarak durduğu noktayı açıkça belirtiyor, hemen ardından da tanımının koşullarını şöyle sunuyor:

“...Ben ehl-i sünnet çizgisindeyim ve genel olarak bu çizginin sahih İslam anlayışını temsil ettiğine inanıyorum. Ancak üç kayıtla:

1. Ehl-i sünneti, bu kavramın içine giren farklı anlayışları da katarak geniş çerçeveli görüyorum.

2. Ehl-i sünnet dışında kalan İslam mezheplerini de ümmetin mezhepleri olarak görüyor, sahiplenenleri -onlar İslam’dan çıktıklarını beyan etmedikçe ve söz ve fiilleri için bir tevil imkanı mevcut oldukça- tekfir etmiyorum.

3. İnandığı gibi yaşama konusunda tavizsiz olmak güzeldir ama taassub hangi tarafta olursa olsun caiz değildir, mezmumdur, bundan kurtulmak gerekir diyorum.”

Uzatmadan eleştirdiğimiz noktaya gelelim. İkinci koşuldaki “-onlar İslam’dan çıktıklarını beyan etmedikçe ve söz ve fiilleri için bir tevil imkanı mevcut oldukça- tekfir etmiyorum” şeklindeki ifade kendi kendini çürüten argümana güzel bir örnektir. Şöyle ki:

1) Bir kişi, İslâm’dan çıktığını beyan ediyorsa onu tekfir etmenin ne gibi bir yararı, getirisi ya da önemi vardır? (Hele hele inanç özgürlüğünden bahsedilen günümüz dünyasında. Tekfir anlayışının IŞİD örneğinde olduğu gibi insanlığa neler yaşattığı ortada.)

2) Bir kişinin fiilleri için tevil (yorum) imkânı kalmadı ise kurduğu argüman silsilesine göre yazar karşısındakini tekfir etmiş oluyor ya da tekfirde bir sakınca görmüyor. Bu durumda kendisi de yine kendi deyimi ile ‘taassub fitnesine batmış’ olmuyor mu?

3) İslâm’da; Katolik kilisesi gibi evrensel bir dini otorite merkezi tarih boyunca hiç olmamıştır ve teorik olarak ruhban da yoktur; yani aforoz benzeri olan tekfir fiilini hayata geçirmek nazariyede imkânsızdır. Hiçbir kimse, hiçbir kurum kendisini tekfir makamında göremez. (Ötesi, kelime-i şehadet getiren herkes Müslüman’dır.) Bu durumda; yazar hangi yetki alanına binaen kendisini tekfir makamı olarak görebilir? Bunun gerekçesi, dayanağı nedir?

SİYASET AHLAKI BELİRLEYEMEZ

Kısaca değineceğimiz diğer bir yazı ise şöyle başlamakta:

“...Dolayısıyla siyaset, ahlâkı belirleyen bir müessese olduğu kadar, aynı zamanda ahlâk tarafından da belirlenen bir müessese olmakla hayatın merkezinde yer alıyor.”

Sonrasında yazar modernite öncesi kadim-geleneksel rejimlerin (ancien regime) bir adalet geleneği olan siyasetname ya da nasihatu’l-müluk gibi geleneklerinden örnekler getirerek siyasetin ahlak çerçevesi içinde yapılması gerektiğini savunuyor.

Siyaset ve ahlak 15. asırdan itibaren, ünlü siyaset filozofu Machiavelli ile birbirinden ayrılmıştır. Yani siyaset için ahlak sahibi olmak ilkesi, modern dünyada ortadan kalkmıştır. Buna kısaca Makyavelizm de denir ki; “amaca giden her araç mubahtır” ilkesi düsturudur. Oldukça Makyavelci bir iktidarın ideolojik sahası içinde kalem oynatan yazar için bu yaklaşım tutarsızlıktır. Zira yazar, içinde bulunduğu modern siyasetin bu şekilde işlediğini gayet iyi bilmeliydi.

Burada yanlış anlaşılmak istemiyorum, ben ahlakı ve etiği siyaset çerçevesinin dışına iten ve bunun yerine pozitif hukuku koyan modern siyaset paradigmasına da felsefi tutumum gereği mesafeliyim. Söylemek istediğim siyaset kurumunun da evrensel bağlamda etik değerlere bağlı olması gerektiğidir.

Ezcümle, ister siyaset, ister din, ister tarikat ve cemaatlerdeki liderler-mürşitler vs. vs. tarafından belirlensin, otonomi ilkesini zedeleyen her şey ahlaka zarar verir.

sozcu-banner-1