24 Mayıs 2020 00:25

Huzurumuz kalmamıştır: Dostoyevski ve Babil Piyangosu

Bir akarsu kenarına çekilmiş tel örgülerin arkasında duran bir çocuk, bir köpek ve bir kedi.

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Bir arkadaşımın bebeği oldu.

Arada videolarını, fotoğraflarını gönderiyor. El kadar henüz. Bütün gün darmadağınık yatıyor. Uyurken göz kapakları hareket ediyor. Rüya görüyor herhalde, arada da gülümsüyor gibi oluyor.

Salmış kendini anne kollarına, dünya umurunda değil, zaten dünyanın farkında da değil.

Evde kedisi olanlar fotoğraf paylaşıyor.

Hedonizmin bir bayrağı olsa üzerinde kedi olurdu. Yıktığı saksıdan döktüğü toprağın üzerinde uzanıyor kedi, korkmuyor hiç. Altımdaki insan sıcakladı mı, hareketsizlikten bunaldı mı demiyor, kucakta uyumak isterse inmiyor oradan. Dünya umurunda değil kedinin. Kedi kendi keyfine bakıyor. Gerinerek uyanıyor, sonra yan dönüp geri uyuyor.

İşte insan huzuru görünce tanıyor da kendinde bulamıyor.

Cemal Süreya TRT’deki programda kendisini şu sözlerle anlatmıştı:

“1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur. Biyografim bu kadar.”

Çünkü Dostoyevski de Yeraltından Notlar’da: “Ne kadar çok anladıysam, o kadar derinlere battım, sıkıştım kaldım” diyordu.

Her birimiz, geçmişte bir gün, bir şeyleri anladık ve huzuru orada bıraktık.

Bir daha asla o bebek, o kedi uykularına dalamadık.

Benim huzurum 1995’te arkadaşlarıma işkence yapılan yerde bitti. Manisalı Gençler Davası, yürek soğutmayan davalardan biri olarak tarihte yerini aldı.

16 yaşındaydım. Orada anladım, bu ülkede herkesin başına her şey gelir.

Güven, bizde nadir bulunur, anlık bir histir, yaşama yayılmaz.

Huzuru kaybettikten uzun yıllar sonra, (Ama büyüdüğümden değil, tecrübelendiğimden) acının, haksızlığın, adaletsizliğin dibini aramayı bıraktım. Dibi yok. Battıkça batıyorsun.

Bir düşünelim kaç kere “Yok bundan daha beteri” dediğimizi.

Sığmıyor artık hiçbir köşeye, hiçbir kitaba. Bu halkın acılarının kitabı olmaz artık, olsa olsa 100 ciltlik ansiklopedisi.

Daha bir ay olmadı, Ali el Hemdan’ı göğsünden vurdular. 20 yaşın altına sokağa çıkmak yasaktı. Ali mülteciydi, merdiven altı çalıştırılıyordu. Çalışmak zorundaydı. İşe gidiyordu.

Bir ülkede mülteciyseniz, bir refleks gibi gelişir polisten kaçmak. Yakalansa kesecekleri cezayı, aldığı yevmiye ile ödemesine imkan yoktu.

19 yaşında bir çocuk, hiç ihtimal vermezdi böyle bir sebeple öldürüleceğine, belki koşarken patrona geç kaldığı için ne anlatacağını düşünüyordu.

Kemal Kurkut’u da sırtından vurmuşlardı bir Newroz günü. Evden çıkarken bir ihtimal gaz yiyeceği aklına gelmiştir ama insan düşünmez pisi pisine öleceğini. Güzel sanatlarda okuyordu, keman çalıyordu. Kalan son fotoğrafında, bedenine mermi girdiği an acının yüzüne yansıması var. Elinde pet şişede su. Elinde su şişesiyle mi kaçardı vurulması icap eden azılı bir suçlu olsaydı? İnsan öldürülebileceğini bilse, tutar mı hâlâ su şişesini elinde?

Daha bu hafta, bir genç evden çöp dökmeye çıkıyor. Bekçiler öldüresiye dövüyorlar. Ailesi koşuyor evden. Gaz sıkıyorlar, babasının üzerine ayaklarıyla basıp hepsini ters kelepçe ile karakola götürüyorlar.

Çöp dökeyim derken, öleyazar mı insan?

Birileri camilerde marş çaldı. Haberlere düşen görüntüyü Twitter’a yazdı diye Banu Özdemir’i tutukladılar.

Sadece camilerin, marşın adını yazmış bir de nota emojisi koymuş. Bu kadar.

Garip bir olay olur, görürsün, paylaşırsın. Belki yorum bile yapmazsın ama tutuklarlar.

Ne ilk ne de son: yasada bir yeri olmasa da bir şekil gelen tutuklama.

Dostoyevski ne diyordu Suç ve Ceza’da:

“Yüz tavşandan bir at oluşturulamayacağı gibi, yüz kuşkudan da hiçbir zaman bir delil oluşturulamaz.”

1866’da yazmıştı, bugün acaba Dostoyevski okumadığı için huzuru var mıdır bazı hakimlerin ve savcıların bu kararlar sonrasında?

Daha geçen gün, kadının biri, bir insanlık onurunu daha çiğneyip “çocuklarının ömrünü” birine hediye etmek istedi.

Çocuğun ömrü annenin tekelinde değil neyse ki.

Acı bir ironi: 1 ay sonra Kurban Bayramı’nda, Hz. İbrahim’in oğlunun bağışlanan hayatı için kurbanlar kesilecek.

Hani şimdi biz, geçen her gün için tutunacak bir dal arıyoruz ya kendimize, temelli kaçmış huzurun yerine koyabilecek anlık şeyler; soldu sanırken açmış bir çiçek, unutulduk derken çalan bir telefon, battık sanırken birinin faturaları ödeyivermesi, veresiye defterlerini kapatıp huzura ermeye çalışıyor birileri. Ekmeğimiz kabarınca, film kesilmeden akınca, bugün de ateşimiz çıkmamışsa iyiyiz diyoruz ya işte, onlar belki de Dostoyevski’nin “İnsan boğulmamak için nasıl bir saman çöpüne bile sarılabiliyor” diye anlatmaya çalıştığıdır.

Bizim huzurumuz yoktur. Çünkü bizim güvencemiz yoktur. Bizim yaşamamız da elimizde kalan özgürlük dediğimiz kadarı da tesadüfendir. Piyango henüz bizi vurmadığındandır.

Baudrillard, Kusursuz Cinayet kitabında Babil Piyangosu’ndan bahseder:

“...Sonunda herkes piyangonun keyfine göre herhangi birisi olmayı; kişisel bir varoluştan çok, rastlantısal bir yazgıya sahip olmayı yeğler.

Öyle ya da böyle, bugün zaten herhangi bir kimseye dönüştük. Ama bu dönüşüm çarpıcı bir biçimde, gerçek anlamda özgür, dışarıdan gelen bir irade uyarınca değil, utanılacak biçimde, istatistiki karmaşa, toplu bir tekdüzelik içinde gerçekleşti.”

Madem piyangonun kimi, neyle, ne zaman vuracağı belli değil, neden peşinen korku duvarının altında ezilmeyi seçiyoruz?

Bir kedi ve bir bebek huzuruna asla kavuşamayacak kadar anlar olduk hayatı, geri dönüşü yok. İnsan gördüğünü, yaşadığını tamamen unutamıyor.

Ne diyordu Fyodor: “Duvarı yıkacak gücüm yoksa, onu yıkmak için kendimi paralayacak halim yok tabii ki, fakat önümde duvar var diye ona boyun eğecek de değilim.”

Selamet rastlantıya kalmışsa, istatistiği bozmak için belki daha kalabalık halde, anlık huzurlara sığınmayı bırakıp sürdürülebilir bir cesarete geçmek gereklidir.

Teker teker boyun eğmediğimiz duvarlar, hep bir omuz verince ihtimal ki yıkılır.

Huzurumuz kalmamıştır. Vicdanımıza, aklımıza, cesaretimize ve birbirimize bari iyi bakalım dileklerimle…

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa