25 Eylül 2020

Hem okudum, hem de yazdım!... Bugün okuma yanı...

Sanki açlıkla, hırsla okudum. Ve böylece başlıktaki ilk söz yerine gelmiş oldu. Size öncelikle bu "okuma"nın bir özetini sunmak isterim

Sevgili okurlarım... (pek Emin Çölaşan’vari bir giriş oldu!) Ve zaten beylik de bir başlık: "Hem okudum, hem de yazdım / Yalan dünya senden bezdim" diyen halk ozanından ödünç alınmış satırlar. Ama ne yapayım, duruma öylesine uyuyor ki...

 

Öncelikle bir özür. O kadar çok oldu ki burada yazmayalı... Sizlere hitap etmek, hem yazan hem okuyan olarak çok değerli olduğuna inandığım bir kitleye içimi dökmek, artık kolay vazgeçemeyeceğim bir alışkanlık. Hiç de fena olmayan aylıkların yanısıra (!), bu sanki verilmiş bir söz, bir angajman oluyor artık... Ve yerine getiremediğimizde de neredeyse utandığımız...

Koronavirüs’ün ilk günleri

Elbette her şey bu meş’um Koronavirüs'le başladı. Ve çok şey gibi sinema da durdu. Ben kendi adıma bunu bir tür fırsat sayıp zaten kafamda olan iki kitap projesine dalacağımı belirtmiştim, o günlerde yazdığım birkaç "Koronalı günler" temalı yazıda... Biri son on yılın, yani 2010-2020 arası Türk sinemasının tam bir dökümü: Başlıca filmleri, ayrıca kayıpları, ödüllerden gecelere, dedikodulardan polemiklere, anekdotlardan şakalara tüm olup - bitene yaklaşan seçme yazılarıyla... Bir diğeriyse de bu kez 2015 - 2020 arası (öncesini yazmıştım) yabancı film eleştirileriyle...

 

Ve sözümü tuttum; yoğun bir çalışmayla üç ayda kitapları bitirdim. Ve Remzi’ye teslim ettim. Sonra da, 10 Haziran gibi, çok ihtiyacım olan bir tatile gittim: Mudanya’da bir sitede bulunan yazlık evimize... Remzi’yle teması koruyor, çeşitli ayrıntılar üzerinde duruyorduk. Ama asıl etkinliğim, bol bol deniz ve yüzmenin dışında ve her yaz tatilimde olduğu gibi, okumak oldu. Çok çabuk okuyabilme alışkanlığımın da katkısıyla... Sanki açlıkla, hırsla okudum. Ve böylece başlıktaki ilk söz yerine gelmiş oldu. Size öncelikle bu "okuma"nın bir özetini sunmak isterim.

Grange’nin bitmeyen popülerliği

Önce en popüler olanlar... Sinemada da olduğu gibi popülerliği küçüksemek, habire sanatsal olanın, başyapıtların ve iddialıların ardına sığınmak bana göre değil. Alanında tek olan Fransız yazarı Jean Christophe Grange, Kızıl Nehirler, Taş Meclisi, Kurtlar İmparatorluğu gibi ilk kitaplarıyla gerçek anlamda soluğumuzu kesen dev entrikaların, hayal ötesi bir siyasal ve güncel fantastiğin ustası olmuştu. Ve uzun zamandır onu okumamıştım.

 

Son kitaplarından üst üste okuduğum Lontano ve Son Av kitaplarıyla Grange sanki kendini aşıyor. İlki Afrika’da başlayıp Fransa ve Belçika’ya atlayan ve kara kıtanın büyüsünü medeniyetin göbeğine taşıyan yazar, Son Av’da kendi ülkesindeki vahşi cinayetlerin peşine düşen bir komiserin öyküsünü anlatıyor. Şiddet, vahşet, dehşet, gizem ve esrar garanti ama tümüyle bu aşırılık artık biraz yormuyor da değil. Hele hep altın çağını yaşayan Kuzey Avrupa veya Anglo-Sakson suç romanlarının yanında....(Doğan Kitap)

Orta doğu üzerine kitaplar

İlk romanı Uçurtma Avcısı’nı okumayıp -son derece başarılı olan- filmini gördüğüm Khaled Hosseini de tanınması gereken bir yazar. Son romanı Bin Muhteşem Güneş de kendine özgü bir Ortadoğu’yu böylesine iyi bilip bize de öğretmeyi başarıyor. Odak noktasına aldığı iki kadının iç burucu öyküleriyle birlikte... (Everest)

 

Amin Maalouf üzerine çok yazılıp söylendi. Ben pek okumamıştım. İkinci romanı, onu ilk büyük ününe ulaştıran Semerkant iyi bir başlangıç oldu. 11. yüzyılın büyük ozanı İranlı Ömer Hayyam’ın hayatını çok farklı biçimde, iyi seçilmiş, çok farklı milletlerden ve kültürlerden gelen bir avuç kişinin ağzından anlatan, üstelik onun kadar ünlü olan el yazması Rubaiyat’ının inanılmaz serüvenini de yüzyıllara yayılan bir tür gerilim haline getiren bu kendine özgü roman, aynı zamanda tüm Orta Doğu’yu, yine yüzyıllara yayılmış, simgelerle yüklü bir görkemli masala dönüştürüyor. Siyaset, din, cinsellik, aşk, türlü-çeşitli hanedanların inanılmaz entrikaları. Ve daha neler neler... Okunması gereken kitaplardan... (Yapı-Kredi)

 

Yine tam bir çağdaş klasik: Brezilyalı Paulo Coelho’nun Simyacı’sı. Bu üçüncü romanında sanatçı gözünü yine Doğu’ya çeviriyor ve Mevlana’nın Mesnevi’sindeki bir küçük olayı alıp zenginleştiriyor. İspanya’dan kalkıp Mısır piramitlerinin kıyısında kendi "hazine"sini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun öyküsü, mistik, dinler-arası bir masala dönüşüyor. Merakla okunduğu gibi, şu son dönemde Doğu ve Batı kültürlerini, açık bir edebi yeteneğe sırtını dayayarak böylesine inatla işleme çabasına bir kez daha "şapka" dedirtiyor. (Can)

Klasiklerin çekiciliği

Hemen araya giren klasikler... Hem çok ünlü adlar, hem de oldukça ince olup okuru ürkütmeyen kitaplar... Artık bir ezeli "best-seller" olan Stefan Zweig’ın Bir Kadının Yaşamındaki 24 Saat’e (ki çok sevdiğim bir filme konu olmuştur- Remzi) ya da Satranç’ına (İş Bankası) dalıp çıkmak gerçek bir keyif, hep de öyle kalacak... Ya da Graham Greene’in İstanbul Treni’ne binmek... Her ne kadar Agatha Christie’nin Şark Ekspresinde Cinayet’ini yanına yaklaşamasa da... Ki yakında yepyeni bir uyarlamasını göreceğiz. (İş Bankası)

 

Veya Anton Çehov’dan Bozkır- Bir Yolculuk Hikâyesi. Oyunları diğer türlere açıkça baskın çıkan Rus yazarı, bu kez 9 yaşındaki bir çocuğun gözünden Ukrayna boyunca yapılan bir yolculuğu anlatıyor. Zengin, besleyici, öğretici bir dille... (İş Bankası)

 

ABD gerçekleri üzerine

İki yabancı kitap daha. Henrietta Lacks’ın Ölümsüz Yaşamı, "NewYork Times’ın listesindeki çok satan bir gerçek yaşam öyküsü" olarak beni çekti. ABD’de gerçekten yaşanmış bu olay dünyanın ilk "ölümsüz hücrelerine" bedenini veren bir kadının öyküsü. Bu yoğun soslu ve bilimsel tıp raporu hiç bana göre değildi ve yarıda bıraktığım bir kitap oldu. (Eksik Parça)

 

Son bir yabancı kitapsa beni çok ilgilendirdi. Maya Angelou adlı gerçek bir siyahi sanatçının giderek bir ırk savaşçısına ve simgesine dönüşmesinin öyküsü; günümüzde ABD’de yeniden patlayan koyu ırkçılık olayına öylesine denk düşüyordu ki... Ve de çok şey öğretiyordu. (Everest)

Art arda iki Ayşe Kulin

Yerli roman olarak özellikle Ayşe Kulin okudum. İki kitabını birden... Her Yerde Kan Var (Everest) Osmanlı’nın son dönemine bir avuç farklı ağızdan tanıklıklarla yaklaşıyordu. Ama birkaç padişah saltanatı boyunca verilmeye çalışılan o karmaşık Osmanlı sülalesine yaklaşma olayı hiç bana göre değildi: Karışık aile ilişkilerine hiç aklım yatmamıştır!.. Ve onu da yarıda bıraktım. (Everest)

 

Ama öbür Kulin çok iyiydi. Son adlı roman, sanatçının son birkaç romanındaki birkaç kişiyi geri getiriyor ve dramatik bir finalde buluşturuyordu. Ama büyük bir anlatım ustalığı ve apaçık bir edebi lezzetle... Onun en iyilerinden... (Everest)

 

Oya Baydar’dan bir sürpriz roman

Ve de bir Oya Baydar... T24’deki yazılarının tiryakisi olduğum bu yazarımız, çok özetle gitgide yok olan (ellerimizle yok ettiğimiz) bir dünyada olabilecekleri bir tür "ekolojik distopya" haline getiriyor ve böylece bu alanda bizler için bir yeni ve cesur adım atıyordu. Okunmaya değer. (Can)

 

Tüm bu kitapları kabaca üç ay boyu okudum. Zihnimin kendi kitaplarımda olduğu bir dönemde, "yaz okumaları" geleneğimi bozmadan biraz kafa değiştirmek ve çok uzak alemlere dalmak için... İşin "hem de yazdım" yanı ise yarınki yazımda... Okuma olayı ise onlardan sonra bile sürüyor. Demek ki yakında yeniden kitaplara döneceğiz...

Yazarın Diğer Yazıları

Sinemanın unutulmuş bir yan dalına görkemli dalış

Dublör, belki biraz fazla uzun; ama görmeye değer bir yapım

Hıristiyanlık temeli üzerine bir gerilim

Immaculate'nin ilginç oyuncuları ve kimi kolay unutulmayacak birkaç sahnesi de var

Afyon'da müzik, dostluk ve siyaset günleri

Hepsi artık benim kolay unutulmaz anılarım arasında girdiler ve öyle kalacaklar