Günümüz faşizmi ile ilgili tartışmalar büyük ölçüde temsili demokrasi, hukuk devleti, din, milliyetçilik-ırkçılık gibi eksenlerde yoğunlaşıyor… Ancak bununla sınırlı kalan bir analiz ve yaklaşım faşizm ve siyasal liberalizm ikiliğine hapsolmaya da mahkûmdur. Sözünü ettiğimiz ikiliği aşan üçüncü bir hattı ise ancak devrimci bir yol açabilir.

Günümüz faşizmi üzerine bazı notlar

NECMİ ERDOĞAN

Görece dağınık notlardan oluşan bu yazı, klasik faşizm ile günümüz faşizmi arasındaki bağları sistematik bir şekilde sunmak ve tartışmak iddiasında değil.1 Bir yandan, günümüzün malum siyasal fenomeninin faşizm olarak nitelenemeyeceği argümanına karşı aralarındaki sürekliliklere işaret etmeye çalışıyor. Diğer yandan da, günümüz faşizmini özgülleştiren kimi etkenleri kurcalamaya niyet ediyor: Ciddi bir kitle seferberliğine dayanmaması, öznesinin sinizmi alenen sahiplenmesi, ütopik işlevden yoksun olması, devrimci harekete karşı alarmı temsil etmemesi, geç kapitalizme özgü siyasal teknolojilere başvurması vb…

Günümüz faşizmi ile ilgili tartışmalar büyük ölçüde temsili demokrasi, hukuk devleti, din, milliyetçilik-ırkçılık gibi eksenlerde yoğunlaşıyor… Faşizmin şiddeti karşısında temsili demokratik kurum ve mekanizmaların savunulması elbette elzemdir ve birleşik bir cephenin inşası açısından vazgeçilmezdir. Nitekim tam da günümüz faşizminin kurumlaştığı yakın dönemde solun “çoğunluk tiranlığı” ve güçler ayrılığı gibi liberal demokratik kaygıları kendisini otoriter ve hatta darbeci olmakla suçlayan liberallere karşı bile sahiplenmesi gerekebilmiştir. Ancak bununla sınırlı kalan bir analiz ve yaklaşım faşizm ve siyasal liberalizm ikiliğine hapsolmaya da mahkûmdur. Günümüz faşizminin yükselişi sırasında -Gramsci’nin terimiyle- “transformist” bir tarzda liberalleri ve onların argümanlarını kendine bağladığını -ve sonra da fırlatıp attığını!- düşündüğümüzde, ilerisi için tehlikeden azade de değildir. Sözünü ettiğimiz ikiliği aşan üçüncü bir hattı ise ancak devrimci bir yol açabilir. Yani liberal problematiğin sınırları içinde kalan bir “parlamenter demokrasi” siyasetinin ve “radikal demokratik” çoğulculuk siyasetinin ötesine giderek günümüz faşizmi ile geç kapitalizm arasındaki bağı gösteren ve faşizme karşı verilebilecek birleşik mücadeleyi ‘sermayenin sınırsız büyümesi ve oligarşinin sınırsız iktidarına’ karşı halkın/ezilenlerin söz ve karar sahibi olması mücadelesine bağlayabilen bir yol.

Çelişki ve sinizm. Klasik faşizmin ideolojik öğeleri ve içeriğinin çoğu zaman düşünüldüğünün aksine, en azından kısmen akışkan olduğunu, taktik ihtiyaçlara göre değişken bir özellik gösterdiğini biliyoruz. Bu taktik değişkenlik ve esneklik, günümüz faşizminde çok daha derin bir hal alır. Ancak yarattığı çelişkiler, günümüz faşizminin zayıf noktası değil, güç kaynağıdır. Demokratiklik iddiası ile basbayağı despotizm veya otoriterlik, milliyetçiliği eleştirme ile milliyetçilik şampiyonluğu yapma, bir ve aynı güce dayılanma ile yaltaklanma, ecdat nutukları atma ile ecdadından eser bırakmama vb. arasındaki çelişkilerin oluşturduğu uzun listeye işaret etmek son kertede nafiledir. Böylesi aşikâr çelişkileri ifşa etmek, çelişkileri umursamayan bir muhatap olduğu ölçüde etkisizdir. Zira günümüz faşizmi biçime ve ritüele indirgenmiş, formalist ve ritüelist bir ideolojik-politik söylem olarak içeriği önemsizleştirir…

Bu söylemin tutarsız, gevşek, disiplinsiz ve püritenlikten uzak olması onun ideolojik etkisini asla hafifletmez. Tam tersine, buyurgan olmayan, katı ve saf bir ahlakı vazetmeyen haliyle çok daha etkilidir... Günümüz faşizminin çelişkilerde hayat bulmasını sağlayan şey de, bu durumun toplumun bütününün değilse de önemli bir bölümünün aynı veya benzeri çelişkilerle malul olması ve ayrıca bu çelişkili hali umursamamasıdır. Bu niteliğiyle, etik-politik planda bu kesimleri gerçekten de temsil ettiğini, yani bir temsil gücüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz faşizm, ne bir kişiye ne de bir siyasal örgütlenmeye indirgenebilecek bir fenomendir.

Günümüz faşizminin öznesi, inancı veya ahlakı sadece bir simülasyon veya taklit olarak düşünen bir öznedir. Vurgulamak gerekir ki bu özne, komünistin devrime, liberalin demokrasiye, muhafazakârın geleneğe, dindarın dine yürekten inanmayabildiği ve fakat inanıyormuş gibi yapabildiği bir iklimde hayat bulur. Klasik faşizmin öznesi ile onun arasındaki fark, militan ile aktivist, dindar ile “inançlı” arasındaki farkla, yani inancın isimden sıfata (hatta sıfatlardan birine) kaymasıyla paraleldir.

Sinizm faşizmde zaten içkindir. (Nitekim Haffner, Nazilerin fiillerinin arkasında durmayan inkârcı katiller olarak, hiçbir devrimin bu kadar insanca ve kansız vuku bulmadığını anlatıp durduklarını vurguluyor.) Ancak klasik faşizmden kısmen farklı olarak, bu durum günümüzde örtülecek değil, açık edilecek bir kod haline gelmiştir. Demokrasiye inanmadığı kendisi için de, muhalifleri için de aşikâr olan günümüz faşizminin öznesi, demokrasi nutukları atmakta beis görmez. Hatta muhaliflerini anti-demokratik ve dahi faşist olmakla suçlar. Despotizminin gözler önüne serilmesine ise bıyık altından da, bıyık üstünden de güler. Macaristan örneğinde de görüldüğü üzere, “anti-semitsiz anti-semitizm” yaparak Yahudi komplolarından dem vurmak ile “anti-semitizme sıfır hoşgörü” politikası benimsediğini öne sürmeyi pekâlâ yan yana getirebilir ve üstelik bir de göçmenleri destekleyen sol muhaliflerini “Avrupa Yahudi hayatını tehlikeye attıkları” için antisemit olmakla suçlayabilir.

Muhaliflerinin aklı almasa da, onun sinik aklı, mahkemelerin bağımsız olduğunu iddia etmenin ardından henüz görülmemiş bir davada sanığın serbest bırakılacağını alenen ilan etmekte beis görmez… “Günah işleme özgürlüğünden” söz eden bir öznenin kendini “ahlaksızlığa” karşı gibi konumlandırması ve fakat bu özgürlüğü alenen sahiplenmesi kendini her türlü eleştiriden muaf saymasında ve sinizmini gizleme ihtiyacı bile duymamasında temellenir. Böylece kendi yaptığı işkencenin fotoğraflarını yayımlamak ile işkence iddiasını soruşturma konusu yapmak rahatça bir arada durur…

Faşizmin sinik karakteri ile kitlesi arasındaki bağ da tümüyle yeni bir durum sayılmaz. Zira vaktiyle Arendt, liderlerinin söylediklerinin yalan olduğu açık bir biçimde kanıtlanan kitlelerin “sinizme sığındıklarını” ve kendilerine yalan söyleyen lidere üstün taktik zekâsı nedeniyle hayran kaldıklarını vurgulamıştı. Bu taktik zekâya hayranlık, aynı zamanda kitlenin kendine hayranlığıdır…

Bununla doğrudan ilişkili olarak günümüz faşizmi, klasik faşizmden farklı bir şekilde, ciddi ve yaygın bir kitle seferberliği yaratmak, kitleyi katı bir düzene sokmak ve örgütlemek arayışında değildir. Sözgelimi kayda değer bir gençlik veya meslek örgütlenmesi yoktur. Kitle desteği gösterisi ona yeter… Yalnızca ihtiyaç hissettiği anlarda onun içinden paramiliter öbekler yaratıp işe koşar; bunlar da dağınık ve dizisel -sürekli ama kesintili- bir özellik gösterir. Bu öbeklere dahil olan insanlar da klasik faşizmdeki gibi aynı renk gömlekleriyle askeri bir disiplin içinde hareket etmezler. İlk çağların savaşçılarını andıran bir kostüm giyen işsiz, helikopteriyle mitinge gelen emlakçı, plaj kıyafetleriyle pahalı bir yarış arabasının önünde dururken silahını göstererek fotoğraf çektiren manken görünüşlü genç veya elinde kılıcıyla poz veren cübbeli tarikat mensubu olarak karşımıza çıkabilirler. Yine de günümüz faşizmi, bu dağınık ve düzensiz öbekleri, yakınlardaki Amerikan Kongresi baskınında görüldüğü üzere, bir “ağ tipi” örgütlenmede buluşturarak manipüle etmeyi bilir.

Gösterisellik. Günümüz faşizmi, sinik olduğu kadar ve olmasıyla doğrudan ilişkili bir şekilde, gösteriseldir de. Biliyoruz ki, klasik faşizm de teatraldir… Nitekim günümüz faşizminin lideri de, Orban örneğinde olduğu gibi, krallık taslama ile rock yıldızı edasını buluşturan bir imaj teknisyenliğine başvurur. Bu faşizmin “çağırdığı” tipik sıradan özne ise, kendi hayatını vatanı için feda etmeye hazır olan değil, türlü yollarla askerlikten kaçtığı halde asker üniforması ile verdiği pozla savaşa gitmeye hazırmış gibi görünen ve bu hali alenen yüzüne vurulduğunda da hiç oralı olmayan bireydir. Dayandığı asli inanç, inanç taklidi yapmanın yeterli olduğu inancıdır…

Günümüz faşizmi yalnızca sahte bir kutsallık yaratmaz. Daha önemlisi, sahteliğin kendisini kutsallaştırır. Vazettiği en koyu ahlakçılık ile pratik ahlak tanımazlığı arasındaki git gelin hep ikincisi lehine işlemesi tam da asıl güzellenenin sahtelik olmasına işaret eder.

Biliyoruz ki faşizmin lideri, kadir-i mutlak görünen ve “küçük adam”ın “genişlemiş hali” olan “büyük küçük adam”dır ve bu imaj kitlesinin otoriteye itaat ile kendisi otorite olma ikili isteğini karşılar… Bu rolün “küçük adam”daki bir karşılığı, kendini davayı cansiperane savunmuş gibi göstererek maddi çıkar sağlama numarası, bir diğeri ise, hamaset dizisi gösterilen ekranın karşısında kostüm drama oyuncusu gibi oturarak kahramanın savaşına kanepesinden katılma performansıdır… Benjamin’in çok önceden vurguladığı aktör ile lider veya diktatörün benzeşmesi koşullarında, aktör haline gelen siyasetçiye aktör haline gelen kitlelerin eşlik ettiğini söyleyebiliriz…

Günümüz faşizmi burjuvaziyi doğrudan temsil etmez; hatta onu bile kendine tabi kılmış görünür. Ancak devleti şirket CEO’su gibi yönetme ile mutlak itaat isteyen hükümdar olmanın müthiş “sentezi”, onun geç kapitalizm ile nasıl iç içe olduğunu ortaya koyar. Günümüz faşizminin yıkıcılığı da son kertede sermayenin yıkıcılığıdır. Onun ihya etme iddiasında olduğu gelenekle kurduğu ilişki “satış propagandası” olduğu ölçüde metaya iliştirilmiş imajdan farksızdır. Mazlumluk ile muktedirlik, ağlaklık ile hışım, horlanmışlık ile kibir, eziklik ile despotizm arasında kurduğu devridaimin motoru sermayedir. Sömürücü, mülk edinici, saldırgan, yağmacı, arsız ve sinik karakterinin zembereğini kuran güç de son kertede odur. Zaten Marx da sermayenin “nesnel olarak sinik” bir karakter taşıdığını vurgulamamış mıydı?

Makropolitik ve mikropolitik metastaz. Faşizm, Deleuze ve Guattari’nin öne sürdükleri gibi, totaliter bir organizma olmaktan çok kanserli bir bedendir. Faşizmin moleküler ve mikropolitik gücünü hesaba katmadan onun makropolitik iktidarını tam olarak anlamak mümkün olmaz. Faşist devleti büyük ve merkezi bir karadelik olarak düşünürsek, gündelik hayatta üreyen mikro faşizmler de küçük karadeliklerdir. Birbirleriyle temas halinde ve birbirlerinden beslenen bu karadelikler, büyük karadelik olarak faşist devletle rezonans halindedir. İşyerinde faşizm, mahallede faşizm, trafikte faşizm, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde faşizm, hayvanlarla ilişkide faşizm... Muhtelif alanlarda iş tutan çeteler, çete mantığıyla işleyen sermaye grupları veya cemaatler... Sokakta veya internette bir anda toplaşıp cezayı infaz eden linç rejimleri... Faşizm, tam da gündelik hayatın kılcal damarlarında yuvalanan bu mikro faşizmlerden beslenir ve onları besler… Yani “büyük suç ortaklığı” ile “küçük suç ortaklıkları” arasında işleyen diyalektik metastaz yaratır. Bu da demektir ki, onunla makropolitik planda mücadele etmeden yayıldığı mikropolitik organlarla meşgul olmak nafiledir.

Günümüz faşizminin metastazında, gündelik hayatta yalnız onun kendi cephesiyle sınırlı olmayan bir başka suç ortaklığının da rolü olduğu vurgulanmalıdır. Kendileri trafik yasasına uymayan, evlerinde sigortasız kadın işçi çalıştıran, piknik yapacak yeşillik derdindeyken doğal çevreyi umursamayan, mülteciler de dahil ezilenlere “tiksinç böcek” muamelesini reva gören veya başkalarının haklarını pervasız bir saldırganlıkla çiğneyenlerin faşizmin yasayı ihlalinden yakınmaları veya hukuksuzluk eleştirisinde bulunmaları ironiktir. Elbette günümüz faşizmi de ikili bir kutupsallık yaratır. Ancak gücünü aynı zamanda bu iki kutup arasındaki temas noktalarından alır.

Duygu siyaseti, endişe rejimi ve denetim toplumu.

Günümüz faşizmi, mazlumluk ile zalimlik, gadre uğramışlık ile kibir, ağlaklık ile zalimane bir sırıtma arasında salınıp durur. Çekilmiş zulümleri gözü yaşlı bir şekilde anıp durma ile kendi eyleminin verdiği ıstırapları umursamama ve hatta rövanşist bir zevkle seyretme arasındaki kısa devre onun duygu siyasetinin temelini oluşturur. Kendi imajı etrafında ördüğü kutsal mazlumluk halesi, onu süperego buyruklarından azade kılar ve bilumum saldırgan duygularını baştan meşru kılar…

Günümüz faşizminin duygu siyasetinin bir başka önemli yönü, onun kendisini bir endişe rejimi olarak kurmasıdır… Neumann’ın faşizmi “endişenin kurumsallaşması” olarak düşündüğünü hatırlarsak, bu rejimin de tümüyle yeni olmadığı anlaşılır. Ancak günümüz faşizminin doğrudan siyasal alanda kurduğu endişe rejiminin, onun içinde palazlandığı sermaye birikim stratejisinin dayandığı endişe rejimi ile beraber düşünülmesi de gerekir: “Esnek” kapitalizmin emek sürecini güvencesizleştirmesi -tehlikeli, riskli, belirsiz hale getirme anlamında “prekarize” etmesi- emekçiler için “çalışma hayatının” eski biçimlerinde söz konusu olan (başına gelecek olanı bilmenin yarattığı) korkudan görece farklı bir (başına her an gelebilecek olanı bilmenin yarattığı) endişe duygusunu yerleştirdi zaten…

gunumuz-fasizmi-uzerine-bazi-notlar-833036-1.

Günümüz faşizminin bir endişe rejimi olarak işlemesinin, onun başvurduğu siyasal teknolojiler açısından da önemli içerimleri vardır: “Kadim” diyebileceğimiz disipliner teknolojilere (bastırma, kapatma-kuşatma, ıslah etme vb.) dayanmaya devam ederken bunların kullanımını da düzensizleştirir… Ancak günümüz faşizmi, kapatmadan çok yalıtmaya, bastırmadan çok işlevsizleştirmeye, zincire vurmaktan çok bağlarını koparmaya yönelik tekniklere başvurur. Yani hala “kamp” kuruyorsa da siyasal teknolojisinin odağında -Deleuze’ün terimleriyle- “denetim toplumu”na özgü teknikler yer alır. Zindana atmadıklarını açık havada nefessiz bırakmayı hedefler. Muhaliflerin partisini kapatmaz ama kadrolarını hapsederek ve bu silahı elinde tuttuğunu göstererek, etkisizleştirmeye ve işlevsizleştirmeye çalışır. Muhalif gazetelere de topyekûn yasak getirmez. Kiminin kadrolarını tutuklayarak içini boşaltmaya, kimini de vergi veya ilan cezaları ile yaşayamaz hale getirmeye çalışır.

Nitekim günümüz faşizminin kimi örneklerinin tehlike algısının odağında yer alan mültecileri yönetme tarzı da, onları kamplarda toplayarak kapatıp kuşatmadan çok, duvar örerek veya sınır devriyesini yoğunlaştırarak dışarıda bırakma ve kendini yalıtma üzerine kuruludur… Dışarıda tutmaya dayalı bu mantığın “suçlu” alt sınıflardan güvenlikli sitelerle korunmada veya evsizleri sivri çıkıntılar yerleştirerek bina önlerinden veya köprü altlarından uzaklaştırmada da işlediğini düşündüğümüzde, günümüz faşizmi ile geç kapitalizmin iç içeliğine geliriz yine…

Geç kapitalizmin borçlu insanı krediden veya kredi kartından yoksun kılıp kendi haline bırakması gibi, günümüz faşizmi de muhalifini işinden veya pasaportundan yoksun kılıp “serbest bırakır”. Nerede olduğu sürekli takip edilmese de kullandığı aracın gönderdiği sinyaller her an denetlenebilecek olan ve bunun bilgisinin yarattığı endişe ile hareket eden -veya elindeki elektronik kartın işyerinin kapısını açıp açmayacağından asla emin olamayan- çalışanın maruz kaldığı “serbestlik içinde denetim” mantığının siyasal teknolojiler planındaki karşılığı, serbestçe hareket etmesine (toplantı yapmasına, yazıp çizmesine, faaliyet yürütmesine) izin veriliyor görünen muhalifin gerçekte hiç derdest edilmese de sürekli bir derdest edilme ihtimali ile yaşamasıdır…

Günümüz faşizminin siyasal teknolojisinde, açıktan yürütülen bir manevra savaşının yanı sıra ve ötesinde, tekil alanlara dönük küçük işlemler veya kısmi ve tedrici politikalarla ilerleyen bir kuşatma savaşının önemli bir yeri vardır. “İki adım ileri, bir adım geri” taktiğine dayalı olarak her an geri alınabilecek veya inkâr edilebilecek işlemlerdir bunlar. Sözgelimi içkiyi veya kürtajı doğrudan ve açık olarak yasaklamak yoluna gitmeyip, erişilmesini engelleyecek dolaylı yollara başvurur. Aileyi zorunlu tutmaz ama tek kişilik küçük evlerin üretilmesini fiilen yasaklayarak aile hayatını kaçınılmazlaştırmaya çalışır. Kadın elbette özgürdür ama kendisine yönelik saldırıların kendi serbest hayatının eseri olarak sunulacağını da bilerek hareket etmelidir. Din dersleri zorunlu değildir ama çocukların alabileceği başka dersler yoktur. Bu kuşatma savaşının günümüz faşizmi için asıl işlevi kendisine karşı olan muhalefeti uysallaştırmaktır. Zira böylece henüz tam olarak gerçekleşmemiş bir tehlike olarak düşünülmesini, yani faşizme doğru bir “gidişin yaşandığı” ve fakat henüz tam olarak faşizmin kurulmadığı fikrini besler. Muhaliflerini harekete geçmekten alıkoyan kaçınmacı-konformist ideolojik iklim de böyle olduğunu düşünmek isteme eğilimini besler tabii.

Zaman ve ütopik işlev. Günümüz faşizminin, vaktiyle Bloch’un öne sürdüğü gibi farklı kültürel ve tarihsel zamanların üst üste bindiği veya bir arada yaşandığı bir eşzamansızlıktan beslendiğini düşünebiliriz. Yani çoktan ölmüş veya yıkılmış görünen üstyapısal öğelerin yeniden canlanması farklı ritimleri içeren eşzamansızlığa ve eşitsiz gelişmeye bağlanabilir. Ancak yine de, Toscano’nun da işaret ettiği üzere, bütün bunlar bir “çağdaş olmayış” diyalektiğine yorulamaz gibi görünüyor…

Bu bakımdan, Pasolini’nin 70’ler İtalya’sı bağlamında “klasik faşizm” ile “yeni faşizm”i karşılaştırırken, ikincisini, ilkinin gerçekleştiremediği –“hazcı neokapitalizm”i benimsemeye dayalı- bir “antropolojik mutasyon” veya “kültürel soykırım” (bedenlerin ve jestlerin bile dönüştüğü bir gelenek yıkımı) ekseninde düşünmesi günümüz faşizminin analizi açısından daha uygun. Alt sınıf mekanları, alt sınıf gençliğinin suçla ilişkisi ve tüketim gibi konulara odaklanan Pasolini, gecekondu mahallelerinin köyle aynı ruhu taşıdıklarını ama onların yerini alan büyük toplu konut bloklarının öncekiler gibi eski köylü dünyasıyla bir karışım oluşturmadığını gözlemliyor. Ona göre, kenar mahalleler, alt sınıflar hala fizik olarak oralarda yaşıyorsa da, “halk ruhunun artık orada olmadığını” kendi dilleriyle anlatıyorlar; buralarda devrimden de ancak bir çılgınlık olarak söz edilebiliyor. Köye göre gecekondunun temsil ettiği kodlar ile gecekonduya göre toplu konutun temsil ettiği kodlar arasındaki fark, farklı zamanların üst üste binmesinden çok, sermaye hükmünün yarattığı eşzamanlılığa götürmüyor mu bizi de?.. Pasolini’nin alt sınıfların dünyasının topyekûn işgal edildiğini düşünmeye meyletmesi sorunlu olsa da, onun gözlemlediği gibi faşist gençlerle faşist olmayanların beden, giysi, dil vs. kodları açısından en azından yer yer ayırt edilemez olduğunu, alt sınıfların onun ifadesiyle -sahip oldukları heterojenliği-farklılığı kaybederek- “dilsizleşmeye” (afazi) uğradığını öne sürebiliriz…

Daha önceki inanç ve inanıyor gibi yapma bahsimiz günümüz faşizminin Bloch’un kullandığı anlamda “ütopik işlev”e esasen sahip olmadığına işaret ediyor. “Yeniden kendimiz olmak” gibi bir fanteziyi dillendirse de, bu kendisinin bile ciddiye almadığı bir fantezidir. Ütopik işlevden yoksun veya bu işlevin tali veya minimal olması, tam da “kaybolup giden” fikrine değil de, var (hâkim) olana dayanmasıyla ilgilidir. Var olanı olduğu gibi yeniden üretme kaygısı, geleneğe ilişkin bütün vurgularının şimdiye -sermaye aklına- tabi olmasıyla bağlantılıdır. Günümüz faşizminin öznesi “titreyip kendine dönecek” bir özne değildir; olduğu haliyle kendiliği kutsanan ve kendiliğini kutsayan bir öznedir. Yani günümüz faşizmi sermaye aklının “bozduğu” köylüye, o tam, huzurlu ve güzel geçmişine dönüşü vadetmez; “bozulmuş” halini -açıkça dillendirmeden de olsa- doğal ve olması gereken olarak sunup kutsar. Başka bir ifadeyle, klasik faşizm gibi statükocu veya “romantik anti-kapitalizm” ile değil de, “arkaik görünen” dinsel veya hamasi motiflerle bezeli bir kapitalizm ile karakterize olur.

***

Dinsel cemaatin şirketleşmesi, inancın sermayeye tahvil edilmesi ve dinsel ilişki ve bağların “ilkel birikime” payanda yapılmasını da düşündüğümüzde, geç kapitalizm için “eşzamansız” gibi görünen dinselliğin nasıl onun eşzamanlılığının bir parçası haline geldiği anlaşılır. Nitekim vaktiyle Bloch’un işaret ettiği gibi, faiz yasağı inancı da eşzamansız bir kültürel kod sayılabilir ve fakat günümüz faşizmi onu tekrar yeryüzüne hâkim kılmak derdinde değildir. Faizin yasak olduğunu vazeden dinsel geleneğe bağlı görünenleri, faiz hakkındaki komplo teorilerine inananları ve “iktisadın kendi kanunlarının işlemesini” savunanları tuhaf bir şekilde yan yana getirebilmesi, günümüz faşizminin çelişkilerle dolu ideolojik “kompleksinin” marifetidir. Yasak vaazı veren dinsel kurumun kendisinin faiz geliri sahibi olması ve bunun ifşası karşısında “oralı dahi olmamasının” da bir örneğini oluşturduğu üzere, “pratik işleyişin” inancı rahatça inkâr edebilmesi günümüz faşizminin kendi inancı ile mesafesine işaret eder. Yani “eşzamansız” motiflerle takdis edilen şey eşzamanlı sermaye hükmüdür…

Devrim. Günümüz faşizmi, Bonapartizm veya Sezarizm gibi toplumsal-sınıfsal güçler arasındaki “katastrofik denge”nin değil, katastrofik dengesizliğin eseridir. Benjamin, faşizmin yükselişinde başarısız olmuş devrimin rolüne dikkat çekmişti. Ancak günümüz faşizmini özgül kılan temel bir özellik devrimci hareketin yarattığı tehlikeden beslenmiyor oluşudur. Kendisi de bir kitle hareketi olarak karşımıza çıkmaz. Arsızlığı, fütursuzluğu ve kendi çelişkilerini umursamaması böyle bir devrimci tehlike hissetmemesiyle ilişkili olduğu gibi, bunların hâkim kodlar olarak işlediğini bilmenin rahatlığı içinde hareket etmesiyle de ilişkilidir. (Tam da bu noktada, onun iktidarının kuruluşunda devlet aygıtlarının “yukarıdan” giriştiği “temizliğin” oynadığı role geliyoruz.)…

Elbette ki faşizmin yalanlarını veya çelişkilerini ortaya koymak ona karşı verilecek ideolojik-politik mücadele için şarttır. Ancak kendini onun gerçek yüzünü afişe veya teşhir etme işiyle sınırlayan bir mücadele yetersiz kalmaya mahkûmdur. Tıpkı dayandığı paranoid mantık gibi, faşizmin kendisi de çürütülemez; ancak ve ancak alt edilebilir ve aşılabilir; bir başka insani ve toplumsal varoluş tarzını, bir başka duyguyu, bir başka siyasal üretim mantığını şimdi ve burada yeşertmeye başlayarak. Bu, onu kınamanın da ötesine geçerek, onun yoksun olduğu “daha iyi bir yaşam düşü”nü, yani “ütopik işlev”i kendi pratiklerinde maddileştirerek, gerçekten olumlu olan bir seçeneği kendinde somutlamak da demek olacaktır.

gunumuz-fasizmi-uzerine-bazi-notlar-833035-1.

Günümüz faşizminin içinde ürediği siyasal ve kültürel iklimin baş çelişkisi, iradesini lidere teslim etme veya etmeye hazır görünme ile kendini bağımsız ve özgür bir özne olarak kurma ve kimseye tabi olmayı istememe, kullaşma ile örgütlenmeden uzak durma arasındadır. Ona duyulan popüler memnuniyetsizlik ile başka bir hayatın olanaklılığına inançsızlık ve kolektif eylemden kaçınma arasındaki “suni denge”nin bozulması onun kurduğu düzeni de bozacaktır…

Günümüz faşizmi, muhaliflerini (yine Deleuze’ün tartıştığı) neorealist sinemadaki çocuklar gibi yapmak istiyor: algılayan, hisseden, gören, tecrübe eden ve fakat harekete geçme yetisinden yoksun olan çocuklar. Gözlerinin önünde kendi kaderlerinin belirlenmesini kâbuslarda elini kolunu kıpırdatamayan insanlar gibi seyreden insanlar…

Diyebiliriz ki faşizmin muhalifleri bir başka anlamda da çocuklar olabilirler. Ama basitçe umut çocuklarda veya “çocuklar geleceğimiz” olduğu için değil. Benjamin’in vaktiyle tartıştığı gibi, çocuklar da, kitleler de esasen görsel olarak değil, dokunsal olarak alımlar veya sahiplenirler. Yani devrimciler ile çocuklar birbirine benzerler. Devrim de, bakarak değil, dokunarak olur. Uzaktan seyrederek değil; kurcalayarak, eğip bükerek, içini dışına çıkararak.

Deleuze, Nazi kamplarından kurtulmuş bir insanın yazdıklarına atıfla şöyle sormuştu: “İnsan (erkek) olmanın utancı: yazmak için daha iyi bir neden var mı?” İçinde yaşadığımız dünyayı düşündüğümüzde bu duygulu soruyu tekrar sormak gerekiyor. Ama bu soruyu kısmen de olsa tersine çevirmek de lazım: Yaşanan bunca şeye rağmen sadece yazabiliyor olmak: utanmak için daha iyi bir neden var mı?


1Bu yazı, uzun bir metnin kısaltılmış halidir. Gazetede yayımlanmaya biraz olsun uygun hale getirmek için, içerdiği kimi soyut-teorik bahisler olabildiğince indirgenmiş ve kimi değinmeler de mecburen atlanmıştır. Ayrıca, yer darlığı nedeniyle, kaynaklar da gösterilememiştir. Olası kopukluklar için af dilerim.