Gözlerinde korku dolu öfke kıvılcımları çaktı!..

A -
A +
Kendi kendine hayaller kurup söylenirken acı bir fren sesiyle irkildi Ali!..
 
 
Hafif bir rüzgâr pardösüsünü arkaya savurdu Ali'nin... Zaman zaman bulutların sakladığı kıpkızıl güneş çatıların üzerinden bakıyor, yapraksız kuru dallar belli belirsiz hareketlerle sağa sola savruluyordu. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemeden oyalanıp dururken, bütün dünyanın buz kesildiğini, ayaklarının donduğunu sandı. Üşüyen ellerini koltuk altına sokabiliyordu lakin ayaklarını ne yapacaktı? “En iyisi bir kahveye gireyim, biraz ısınır, tekrar çıkarım” dedi, gözlerini dükkânlara taraf çevirdi, derin bir nefes daha aldı.
Uzaktan paltosuna bürünmüş gelen karaltıyı görünce babası aklına geldi. Kulaklarında hâlâ o müşfik sesi yankılanıyırdu. Seneler öncesi bir vesileyle söylemişti: "Asla kaderden kaçamazsın oğul! Kaçışın nereye kadar olur ki?” Dudaklarını ısırır gibi yaptı: “Biliyorum baba! Lakin… Lakini-makini yok mutlaka sıkıntılarımız son bulacak ama nasıl, nasıl?"
“Oğlum; kabını doldururken, delik olup olmadığına da dikkat etmelisin! Unutmaki kalburla su taşınmaz! Yoksa emeklerin alttaki deliklerden boşa gider! Kötü huylardan da şiddetle kaçınmak lazım ki; sâlih ameller boşa gitmesin! Her işin başı da SABIRDIR oğul!” Babasının ne kadar bilgili olduğunu düşündü, onunla iftihar ediyordu Ali.
              ***
Kendi kendine hayaller kurup söylenirken acı bir fren sesiyle irkildi. Sokaklarda köpekler havlayarak koşuşmaya başlamış, bir uğultu, çatırtı ve gümbürtüyü müteakiben korna sesi, araba alarmı, kadın ve çocuk çığlıkları birbirine karışmıştı... Rastgele feryatlar, konuşmalar, bağrışmalar, koşuşmalar; bir kaza olduğunun açık alâmetiydi.
Küçük Ali; olup bitenleri seçmeye, anlamaya çalışıyordu.
İnsanların koştuğu tarafa döndü. Zayıf, çelimsiz, tahminen yetmiş beş, seksen yaşlarında, koyu gri takım elbiseli, ak sakallı bir ihtiyar, kaldırımın kenarında acı içinde kıvranıyordu. Çarptığını tahmin ettiği bir araba ise deli gibi önünden geçti ve hızla uzaklaşıp kayboldu.
İnce, uzun vücudunu eğreti saran pardösünün rengi kumaşından gelmiyordu. Tepesinden aşağı sarkan uzun kestane rengi saçları dikleşmiş, kedinin hasmı karşısındaki durumu gibi sanki diken diken olmuştu. İyice eskimiş papuçları çiziklerle birlikte tozla, çamurla kaplıydı.
Gözlerinde korku dolu öfke kıvılcımları çaktı. Alnında bir damar aniden kabardı. Açılan göz kapaklarının arasında göz bebeği küçüldü, büyüdü. Omuzları çökmüş, pek hüzünlenmişti. Ellerinin ayaklarının üşümesini çoktan unutmuştu. Yerde kıvranan adamı görmemek için başını eğdi. Kara gözlerinden parlak bir damla, pembeleşmiş yanaklarından izler bırakarak çenesine, oradan da yere düştü. Bir daha, bir daha, nice billurdan damlalar birbirini takip etti.
Kulakların yakalayamadığı birkaç isim fısıldandı, yerde debelenen ihtiyarın titrek sesinden. Sonra bütün kuvvetiyle bağırdı:
- İmdat! İmdat! Adam yok mu? Kimse yok mu? DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.