“Mihriban” türküsünün “aşk deyince kalem elden düşüyor” dediği gibi, "gönül deyince de yazarın çenesi düşüyor!” Gönül işi, gönül meselesi, en güzellerinden biri de, ‘gönül çekmek’ deyimi. Necip Celal’in “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” tangosundaki “Ben de gönül çektim eskiden” dizesini hatırlayın. Her şeyin başı sağlık denildiği gibi, her iyiliğin, güzelliğin başı da gönül elbette.

Gönül adamı

Gönül güzel şey, bir gönüle girmek, gönüllerde yeri olmak da öyle. Gönül, tam olarak karşılığı olan bir sözcük değil, zira çok anlamı var. Çokanlamlı olunca da, iş sezgiye kalıyor biraz. Gönülü yürekle karşılayan da var, aşkla tanımlayan da. Sözlükte “Sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı” diye geçiyor. İncelik, yakınlık, anlayış, iyilik, dostluk, haldenbilme, sıcaklık, gözetme, sayma, vefa, hal gibi kavramlar da gönül dairesinde düşünülebilir sanıyorum. Yürek ve gönül yerine kullanılan ‘dil’i de unutmamalı, ‘gönül dili’ni de. Kalbin dili, hâl dili. Yani konuşmaya gerek duymadan, anlaşma değilse de anlama, sezme dili.


Gönül, su gibi bir şey aslında. Akıcı. Akıp duran. Akıp durmayan. Akmadan duramayan. Gönülden gönüle akan. “Gönlüm ona aktı” deriz. Gönül tabii, yalnız durmuyor, gönül dili de oluyor gönül gözü de. Gönül dostu var. Bazıları bunu sadece dinsel anlamda yorumluyor, daha da tuhafı sadece kendi dinleri, mezhepleri için varsayıyorlar. Gönüllerinden öyle geçiyorsa öyle olsun da, ona gönül, onlara da gönül dostu demeye bin şahit bulmamız gerekir o zaman! Gönül dostluğunu da kutsal mertebesine çıkarıp, erişilmez, dokunulmaz kılmayalım. Sonra gönül sultanı var. ‘Gönül Dağı’ var ki, belki de gönülün başına gelen en güzel şeydir. Öyle bir dağ ki, ne yükseklik ne kibir, ne kendini beğenme ne ‘alçak dağları ben yarattım!’ deme, sanki gönlün yeşerdiği bir orman.

Gönül gezdiriyoruz bu yazıda. İki gönül bir olunca, ister şiirde gezdir, ister düzde yazıda. Dağda, ovada, şehirde, ormanda. Gönül çünkü serazat olmak ister, kır bayır, dere tepe, çay dere gezmek, dolaşmak, havalanmak ister. Gönlü havasız bırakmaya gelmez. Gönül gönülde nefes alır. Yoksa nefessiz kalır. Her şeyin, dünyanın, hayatın, insanın, ülkenin bunca dar olduğu bir çağda, gönüle darlık vermeyelim ki, türkünün dediği gibi olsun, “Karaköprü narlıktır/ güzellik bir varlıktır”, olsun. Darlık değil, havadarlık olsun.

Gönülden çıktık nerelere geldik, demeyin, demeyelim. Zira, bir, gönülden çıkılmaz, o yolun kendisidir, iki, gönül, rızadır, bir gönül kırmak bin gönüle girmeye bedeldir, “Yunus Emre der hoca/Gerekse var bin hacca/hepisinden iyice/bir gönüle girmektir”. Gönül yoluna düşen, gönül veren, gönül bilen için dünya “asude bir bahar ülkesi” midir peki? Değildir ne yazık ki! Gönül çok şeye benzer, benzetilir, kuşa da, güneşe, kara, bahara, yaza, ırmağa, buğdaya, suya da…Gönül hem kendisi hem de kendisinden çok başkası olandır. Ne gibi? Şiir gibi, dost gibi, toprak gibi. Biraz da şifa gibi, merhem gibi, ilaç, çare, şifa, derman gibi.

Yunus Emre’yi bir kez daha anarak sadede gelelim: “Bir kez gönül yıktın ise/Bu kıldığın namaz değil/Yetmiş iki millet dahi/Elin yüzün yumaz değil”. Gönül, ‘melal’ kavramına da pek uzak değil, tabii ‘sine’yi de unutmadan. ‘Sineye çekmek’ en sık yaptığımız şey ve o da ‘neyse’ demek gibi bir şey. Öğrencilere, sınava çalışanlara hane halkının “Allah zihin açıklığı versin” demesi gibi, insana da ‘gönül açıklığı’ dilemeli ki, zihni, gönlü, yolu açık olsun!

Kabul ediyorum. Yazının tam da burasında, yani ortasında, biraz geç de olmakla birlikte konudan saptığımı kabul ve itiraf ediyorum. Nilgün’ün dediği gibi “hayatın neresinden dönersen kârdır”. Kelime oyunu mu yapmıştı güzelim Nilgün Marmara, bence değil, hayatı bir hata olarak gördüğünü de söylemişti böylece. Söylemekle de kalmadı, ne yazık ki erken ödedi.

“Mihriban” türküsünün “aşk deyince kalem elden düşüyor” dediği gibi, "gönül deyince de yazarın çenesi düşüyor!” Gönül işi, gönül meselesi, en güzellerinden biri de, ‘gönül çekmek’ deyimi. Necip Celal’in “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” tangosundaki “Ben de gönül çektim eskiden” dizesini hatırlayın. Her şeyin başı sağlık denildiği gibi, her iyiliğin, güzelliğin başı da gönül elbette.

Öyle de, dünyadaki iklim sorunu, çevre kirliliği gibi giderek ağırlaşan, kim bilir belki de kıyamet dedikleri şey böyle gerçekleşecektir, doğanın, dünyanın geri kazanılamaz bir biçimde yıpranması, yok olması süreci, yalnızca tabiatı, hayvanları etkileyecek değil ya, insanları, duyguları da fena halde etkiliyor. Ve her şeyden gönlümüz geçiyor! Dünyadan, hayattan, evden, insandan…Geçen gönül de kolay kolay dönmüyor bir daha, geçtiğiyle kalıyor. Sanıyorum ‘gönül adamı’ tipi, kavramı, deyimi de tam bu esnada ortaya çıkıyor, adeta “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş!” sözü doğrultusunda. Çıkıyor ve ne oluyor? Tam ‘İstanbul Beyefendisi’ denilecek tarzda bir zat zuhur ediyor. Nerdeyse 19. yüzyılı hatırlatan Tanzimat Efendisi kılıklı biri çıkıyor ortaya. Hali, kılık kıyafeti, tavrı, yüzü gözü, sözüyle, Orhan Veli’nin “Başımda eski alemlerin sarhoşluğu” dizesinin adeta vücut bulmuş karşılığı buluyor. Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir tip olarak beliriyor.

Erguvani bir İstanbul düşleyin, Şehir Hatları değil Şirket-i Hayriye zamanları, köprü möprü yok o zamanlar, Sadabad, Göksu’da kayık sefaları, saltanat kayıkları, Kandilli’de ayın şavkı sulara vuruyor, “Boğaziçi şen gönüller yatağı” oluyor, Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Boğaziçi Medeniyeti” gerçek oluyor, gözlerde sabah olsa da gönüllerde sabah olmuyor! Nihavend, Acemaşiran eserlerle kulakların pası siliniyor. Sular ne güzel akıyor, insanın dilinden Hayyam’ın rubaileri düşmüyor, öbür yandan Yahya Kemal Bey “Endülüs’te Raks” şiirinde dans eden dilberleri “Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli/Şeytan diyor ki ‘sarmalı yüz kerre öpmeli!” dizeleriyle överken, gözü kara, ruhu kızıl, mavi gözlü bir şair ‘rubainin diyalektiği’ni yazıyor: “ve bende bu aslın sureti çıktı sadece…”

Güneri İçoğlu’nun “Gönül Adamı” tiplemesi de unutulmaz. Bende de iz bırakan bir tip oldu ve yukardaki özellikleri yazarken de biraz ondan esinlendim sanırım. Mevlevi hissi veren, tambur çalan, kibar sözcüklerle konuşan, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul romanından çıkmış hissi uyandıran bir tip. Ece Ayhan “nerde eski nostaljikler?” diye dalga geçerdi, biraz eski nostaljiklere göre biri.

Elbette karikatürüze etmek değil amaç. Gönül adamı, gönül kadını, gönül insanı, keşke olsaydı, zararı yok, kitap gibi konuşsaydı, eskiyi özleseydi, hülyalı olsaydı, gözleri lacivert sulara dalıp dalıp geçmişe gitseydi, hatta başka bir dünyada yaşasaydı da hiçbirimiz onu uyandırmaya kıyamasaydık, rüyasına dokunmasaydık! Dünyada herkese yer var. Belki de en çok eksikliğini duyduğumuz, özlemini çektiğimiz şeyi yitirdik, gönül insanları kalmayınca, gönül telimizi titretenler çekip gidince. Divanelerini seven, onlara kıymet veren, sırlı sözler diye kulak kabartan, gönlünü açan, ölülerinin mezarlıklarıyla içiçe yaşayan bir toplumdan, her şeyi gönülsüzce yapan, gönlünden hiçbir şey kopmayan, çocuklarını bile saymayan, ölmüş, öldürülmüş çocuklarını ayıran, onlar üzerinden kan kusan bir topluluk haline geldik.

Gönül deyince akla ilk gelen Türkmen kocası Yunus Emre’ye kulak verelim bir daha, belki onun sözleriyle de birbirimize gönül veririz: “Ben gelmedim dava için/Benim işim sevi için/ Dostun evi gönüllerdir/Gönüller yapmaya geldim”.

(Yazma önerileri. F: Faili Meşhur, Felaket Tellalı, Fakir-i Pür Taksir…
G: Gamlı Baykuş, Gazoz Ağacı, Günoğlu, Goygoycu…)

cukurda-defineci-avi-540867-1.