Geniş Açı'nın bugünkü yazarları Doç. Dr. Mustafa Şeker ve Dr. İbrahim Pazan

A -
A +

Doç. Dr. Mustafa Şeker - mseker@yildiz.edu.tr

EĞİTİMDE KAZADAN DÖNEN ÜLKE FİNLANDİYA

Yaklaşık 5,3 milyon nüfusa, 338.000 km² toprağa ve 30 bin avro kişi başı millî gelire sahip Finlandiya; eğitimde gerekli reformları yapmadan önce birtakım sıkıntılara sahipti. Bugün dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip olduğu söylenen Finlandiya’nın talebeleri arasında var olan psikolojik, fizyolojik ve sosyolojik problemler ciddi sıkıntıları da beraberinde getirmişti. Bu ülkede, Dünya Sağlık Örgütünün 2002’de açıkladığı, 2004 yılında da tekrarladığı raporuna göre en fazla ölüm sebeplerinden biri intihar idi. 30 yaş üzeri kişilerin yaklaşık %10’'u depresyon gibi psikiyatrik hastalıklara sahipti. İntihar, 35 yaş altı erkekler arasında ölümlerin önemli sebebiydi. 1990'larda Finlandiya'da yaşanan ekonomik krizden sonra intihar oranları en yüksek seviyeye ulaşmıştı. Buna göre; Finlandiya, Avrupa'nın en yüksek intihar oranına sahip ülkelerinden biri olarak yer almıştı. 2011 WHO Raporu’na göre de Finlandiya’da intihar oranları hâlâ çok yüksek olup bunların sebepleri arasında ruhsal gerilim, ruhsal hastalıklar ve madde kullanımı gösterilmiştir. Ayrıca 15 ila 64 yaş arasındaki ölümlerin sebepleri arasında %8,3 ile en yüksek ölüm sebebi intihardır. Finlandiya’da neredeyse 10 kişiden biri intihardan ölüyordu. ESPAD (Alkol ve Diğer Maddelerle İlgili Avrupa Okul Projesi) raporuna göre 2007-2011 arasında Finlandiya’da alkol, uyuştu- rucu ve sigara kullanımının hızla ilerlediği görülmüştür.
1995’te okul memnuniyetsizliği üzerine 50 Finlandiya okulunda bir araştırma yapılmış, bulgulara göre Finlandiya’da, okula karşı memnuniyetsizliğin büyük boyutlarda olduğu aya çıkmıştır.
Finlandiyalı erkek çocukları arasında şiddete eğilim noktasında 2005 yılında yapılan bir araştırmaya göre bu oranın %43,5 olduğu yani 2 Finli erkekten birinin çevresine şiddet uyguladığı tespit edilmiştir. Beş milyon kişinin yaşadığı Finlandiya’da, en az 1,5 milyon kişinin silahının olduğu ortaya konmuştur. Çünkü Finlandiya, silah edinmenin bir kültür olduğu ülkelerden biridir. BM raporlarına göre; ABD ve Yemen’den sonra nüfusunun oranına göre en fazla silah taşıyan 3. ülke Finlandiya’dır.
2007 yılının Kasım ayında Jokela Lisesinde bir lise öğrencisi, 8 kişiyi silahla öldürdükten sonra intihar etmiş, bundan bir sene sonra 23 Eylül’de silahlı bir kişi okul kampüsünde 10 kişiyi öldürmüş ve ardından da canına kıymaya çalışmıştı. Bu olaylar sonrası Finlandiya, silah edinme yaşını 15'ten 20'ye çıkarmış ve Finlandiya’da silah ruhsatı almak zorlaştırılmıştır.
Terör, savaş ve saldırı tehdidi altında olmayan bir ülkenin çocukları, çareyi ve mutluluğu niçin eğitimde değil de silahlarda arıyordu? Finlandiya, bu sorunun cevabına yoğunlaşmıştı. Bunun esas sebepleri üzerinde ciddi analiz ve değerlendirmeler yapılmıştır. Finlandiyalı Sosyal Psikolog Dr. Atte Oksanen; okul saldırılarının aslında Finlandiya eğitim sisteminden kaynaklandığını belirtmiş ve bunun yetkililer tarafından ikinci saldırı sonunda fark edildiğinin altını çizmiştir. Ayrıca Dr. Oksanen, Finlandiyalı çocukların okula gitmek istemediklerini çünkü Finlandiya okullarının, çocukların sosyal problemlerinin çözümüne önem vermediğini belirtmiştir.
Bütün bunlardan sonra Finlandiya Millî Eğitim Bakanlığı kapsamlı değerlendirmeler yapmış ve nerede eksik olduklarını araştırmışlardır. İlk önce eğitimciler ve pedagoglarla yaptıkları değerlendirme- ler sonunda problemin eğitim sisteminden bilakis müfredat programlarından kaynaklandığını bulmuş- lar, özellikle programda öğrencilerin kişilik gelişimine yönelik yeterli faaliyete yer verilmediği; erdem, etik ve insani değerlere ait ögelerin etkili sunumuna yeterli miktarda imkân sağlanamadığı gerçeğiyle yüzleşmişlerdir.
Ardından, öğrencilerin ulusal ve uluslararası düzeydeki öğretim başarısının tespitine yönelik yapılan sınavlara odaklanıp öğrencilerin ruhuna, iç dünyasına ve insani değerlerine yeteri biçimde yer verilmemesinin bedelinin çok daha ağır olacağını anlamışlar, buna yönelik ciddi tedbirleri hayata geçirmeye karar vermişlerdir. Çünkü öğretim farklı, eğitim farklıdır. Eğitimde sunulması gereken insani değerler yeterli derecede verildiği takdirde kıymet kazanırdı. İyi bir “öğretim” sürecinden geçen öğrenciler, nitelikli bir “eğitim” sürecinden de geçmedikleri takdirde ruhu ve vicdanı tatmin edilmemiş şahıslar olarak, beraber yaşadıkları topluma ve insanlara faydadan çok zarar getirebilirdi. Böylece Finli yetkililer, çocu- ğun ruhu ve değerleri dikkate alınmadan oluşturulacak eğitim faaliyetlerinin geri teptiğini yaşayarak görmüşlerdir. Finlandiya, 2010’dan sonra hızlı ve yeni tedbirler alarak bilimsel ve farklı öğrenme-öğretme yöntem/tekniklerin hayata geçirilmesi noktasında çağdaş gelişmeleri yakından takip etmiş fakat öğrencilerin sosyal/kültürel yönüne hitap edecek çalışmaları da olması gerektiği gibi hayata geçirmiştir. Şu an programlarına koydukları etik dersler yanında metafiziğe yönelik dersler ve sosyal çalışmalar adı altın- daki faaliyetlerle öğrencilerin kendilerini daha fazla ifade etmelerine fırsat vermişler, ruhen ve manen doymuş bireylerin bilim/teknoloji alanında daha etkili başarılara imza atmaya başladıklarını görmüşlerdir. Bunun yanında sosyal problemlerini de çözmüş olan Finlandiya, şu an eğitim-öğretimde dünyaya kafa tutmaktadır. Dünya ülkeleri de Finlandiya’yı başarıya götüren bu çalışmaların sırlarını çözmeye kafa yormaktadır.
Burada altı çizilen gerçek; insanı, kendi değerlerinden bağımsız düşünerek ve bu değerleri dikkate almayarak yapılacak eğitim-öğretim programlarının ciddi sıkıntılara sebebiyet vereceğidir. Hak, adalet, çalışkanlık, sevgi, saygı, nezaket, dürüstlük, emanete sadakat, hoşgörü, tevazu, vatan sevgisi gibi değerli meziyetlerin yanında; daya- nışma ve yardımlaşma ruhuna sahip, istişare kültürü gelişmiş, her ortamda ölçülü davranan ve yaşadığı ülkenin kanunlarına uyan bir bireyin toplum için ne kadar kıymetli olduğu bugünün dünyasında çok daha iyi anlaşılmıştır. Kendinden önce başkasını düşünebilen, vatanı, millî/manevi değerleri için her türlü fedakârlığı göze alabilen bireyler yetiştirmek, gelecek adına elzemdir. Ayrıca tarihine, diline, kültürüne her şartta sahip çıkan, bilimin ve çağın gereklilikleri çerçevesinde kendini çok iyi yetiştiren, bu noktada değişi-me/gelişime açık fakat özünü/değerlerini koruma hassasiyeti taşıyan kimselere sahip olmak belki de dünyanın en büyük hazinelerine konmakla eş değerdir.
Bütün bunların yanında ülkesinin kanunlarına ve kurallarına uyma hassasiyeti taşıyan, dünyayı/ülke gerçeklerini çok iyi okuyabilen nitelikli bireyler için eğitimin gücüne inanmış eğitim kadroları yetiştirmek de gelecek adına çok önemli bir sorumluluktur. Bu sebeple yukarıda değinilen sıkıntıları yaşamamak ve ileriye daha güvenle bakabilmek için hem bedeniyle hem de gönlüyle seferber olabilecek nesillere ihtiyaç vardır. Bu nesilleri yetiştirme duyarlılığı aileden politikacılara kadar herkesin sorumluluk alanına girmektedir.

*****

Dr. İBRAHİM PAZAN - ibrahimpazan@gmail.com

Çirkin isnat... SULTAN FATİH'E İFTİRA ETMEK

Ateist olduğunu, katıldığı pek çok televizyon programında göğsünü gere gere ilan eden bir jeoloji profesörü, geçtiğimiz günlerde şu talihsiz cümleleri kurdu: “Fatih'in Müslümanlığı dahi tartışılıyor. Sekreterine ‘Ben Muhammed'in dediklerine inanmıyorum’ demiş. Bunu söyleyen de Bayezid'in kendisi, oğlu…”

BOZACININ ŞAHİDİ ŞIRACI
Mahut şahıs iki sene önce bu konuyu gündeme getirdiğinde yine infial uyandırmış ve kendisine delili sorulmuştu. Delil diye önümüze koyduğu şey, Julian Raby (doğ. 1950) isminde bir profesörün 1982 yılında Oxford Art Journal dergisinde yayımlanan “A Sultan of Paradox: Mehmed the Conqueror as a Patron of the Arts” yani “Bir Paradoks Sultanı: Sanatın Hamisi Olarak Fatih Mehmed” başlığını taşıyan makalesiydi. 1930’lu yıllarda Cambridge’de hukuk tahsili görmek üzere İngiltere’ye gelmiş Iraklı bir Yahudi’nin oğlu olan Raby, makalesinin sonunu şöyle kafa karıştırıcı ifadelerle bağlıyor:
“Mehmet, oğlu Bayezid tarafından Muhammed'e inanmamakla suçlanmıştı; başkaları ise, belki de daha isabetli olarak, onu hiçbir dine iman etmemekle suçlamışlardı. Herhangi bir kültüre inancı olmadığı eklemesini de yapabiliriz. Bu da bir suçlama mıdır?”
Raby makalesinin sonunda verdiği kaynakların başına, Alman tarihçi Franz Babinger’in (öl. 1967) ilk defa 1953’te yayımlanan Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı isimli kitabını yerleştirmiş. Bu kitaba baktığımızda aynı isnatlarla karşılaşıyoruz. Halil İnalcık tarafından da güvenilmez bir tarihçi olarak nitelenen Babinger, bir ilim adamına yakışmayacak şu muğlak ifadeleri kullanıyor:
“Mehmed'in kişisel sohbetlerinde sapkın fikirlere karşı büyük sempati sergilediğini biliyoruz. Ama devletin başı olarak İslam’ın Sünni mezhebini katı bir biçimde dayattığını ve halk arasındayken kendisinin de bu kurallara uyduğunu biliyoruz. Ayrıca yıllar geçtikçe farklı dinlere ilgi duymaya başlamış olabilir.”
Babinger’in büyük hükümdarı pervasızca, ikiyüzlü ve yalancı olarak sunduğu bu hezeyanlarının kaynağı ne peki? İşte o zaman karşımıza Giovanni Maria Angiolello (öl. 1525) isimli Venedikli bir seyahatname yazarı çıkıyor.

KUYRUK ACISI OLAN BİR VENEDİKLİ
Angiolello, Fatih Sultan Mehmed Han’ın 1470’teki Eğriboz kuşatması sırasında kardeşi Francesco ile birlikte esir alındı. Kardeşi idam edildi, kendisi ise İstanbul’a getirilerek Fatih’in oğlu Şehzade Mustafa’nın İtalyanca hocası olarak görevlendirildi. Şehzade’nin 1474’te ölmesi üzerine İstanbul’a getirildi. Burada bazı devlet hizmetlerinde bulundu ve maliye ile ilgili bir dairede görev yaptı. Fatih’in vefatından sonra Sultan İkinci Bayezid Han’ın hizmetine girdiyse de 1488’de ülkesine döndü.
İşte asırlar sonra Babinger’in kitabına, ondan da Raby’nin makalesine aldığı söz konusu çirkin isnatların kaynağı, Angiolello'nun kaleme aldığı Historia Turchesca (Türk Tarihi) isimli kitabıdır. Dedikoduya dayanan subjektif değerlendirmelerin ve kasıtlı tahminlerin yanı sıra kitapta daha başka yanlışlık ve tutarsızlıkların da bulunduğu, eser üzerinde incelemeler yapan tarihçiler tarafından ifade edilmektedir.

OSMANLI TARİHÇİLERİNİN HİÇ Mİ KIYMETİ YOK?
Raby’nin referansı Babinger, ömrü Türk tarihiyle uğraşmakla geçtiği hâlde “çoban millet” diyerek aşağıladığı Türklere olan düşmanlığını her fırsatta dile getirmekten çekinmemiş, Fatih Sultan Mehmed Han’ı “eş cinsel, yıkıcı, cani ve Hristiyanlığa sempati duyan bir padişah” olarak nitelendirmiştir. Venediklilerin İstanbul’dan gönderdikleri mektuplarda ve yazdıkları eserlerde, bu büyük Türk hükümdarını kötülemek için ona yakıştırdıkları dedikodu türünden söylentileri, gerçek olup olmadıklarını araştırma gereği duymadan kitabına aynen almış, Fatih dönemini birincil ağızdan anlatan Tursun Bey, Kemal Paşazade, Enverî, Edirneli Ruhî ve İdris-i Bitlisî’nin eserlerine bakma ihtiyacı duymamıştır.
Hadi kendisini esir, kardeşini idam eden bir hükümdara olan kinini kusmuş Venedikli Angiolello, koyu Katolik Babinger, yeni yetme Yahudi tarihçi Raby bu iftiraları maksatlı olarak yaptı diyelim. İstanbul’u fethederek Hristiyanlığın kalbini ele geçiren, Ayasofya’yı derhâl camiye çevirerek kıyamete kadar cami olarak kalmasını vasiyet eden bir padişaha böyle iftira edenlere gereken cevap verilmez mi? Fatih Camii, Yedikule Camii, Kireç İskelesi Camii, Şehremini Camii ve daha nice camileri yaptıran, hocaları Akşemseddin Efendi, Molla Gürânî, Molla Hüsrev gibi büyük İslam âlimleri olan, cenaze namazını Şeyh Vefa Hazretlerinin kıldırdığı, pek çok ilimde olduğu gibi din ilimlerinde de âlim olduğu bildirilen bir padişaha yapılan iftira karşısında yüzlerce Osmanlı tarihinin ne yazdığına bakmak icap etmez mi?
İnsanımızın nezdinde çok yüce bir konuma sahip Müslüman bir hükümdara, birtakım asılsız dedikodulara dayanarak akla ziyan çirkin isnatlarda bulunmak, en azından içinde yaşadığı halkın değerlerine saygısı olan birinin yapacağı şey değildir.

 


 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.