Gel de yazma!

A -
A +

Hangimizin anası takmazdı ki?
Yazma resmî kıyafet gibiydi âdeta.
Normalde ortadan katlar üçgen yaparlar, bir ucunu gerdirir, öbürünü ustalıkla sıkıştırırlar altına.
Evi süpürürken, halı çırparken, çamaşır yıkarken sıkı sıkı sarar, düğümü üste atarlar. Zerzavat ayıklarken, yufka açarken düğüm enseye gelir, herhâlde saç ney düşmesin, bir hikmeti vardır mutlaka.
Yazmalar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bildiğin ince dokuma, saf pamuk olacak ama. Lakin etrafındaki oyalar değişir, güne, düğüne, doğuma gidince allanır morlanırlar, taziyelerde, hasta ziyaretlerinde, mevlüd cemiyetlerinde, mukabelelerde ağırbaşlı olurlar. Eski hanımlar çok konuşmaz, duygularını ilmeklere dökerler ustalıkla. Bilen okur, hasret, gurbet, hüzün, sevda...
Yaşla birlikte oyalar da sadeleşir, saçlar ağardıkça, yazmalar kararır, bir nevi ters orantı vardır aralarında.
Tülbent ellerinin altındadır. Yoğurt süzer, hamur mayalar, sakız yapıştırırlar. Musluğa sarar, ütü altına yayarlar. Yeri gelir bebişin yüzüne örter, terli tıfılın sırtına sıkıştırırlar.
Ziraatla uğraşanlar birkaç yazmayla gider tarlaya. Biriyle başlarını bağlar, biriyle ağızlarına burunlarını kapatırlar. Öbürü yedektir, dolanıverir toprak destinin ağzına. Kirleneni yeşil sabunla şööle bi ovuşturup sıkarlar, asmadan kurur daha.
Harman yeri, sap saman, toz duman. Hem yüzlerini gözlerini korur, hem filtrelenmiş hava alırlar. Yazma acil yardım seti gibidir, ağrı tutar alınlarına dolar, sirkeye batırıp şakaklarını ovarlar. Elin kesilir, dizin kanar, cart yırtılır bağlanır yaraya. Baş ağrısına, mide bulantısına...

ANA KOKUSU
Pamuk yazma hafiftir, taşıması kolay. Hanımların parçası gibidir, varlığını unuturlar. Yazın ter emer, güneş keser, kışın ılıcık sıcacık tutar.
Her evde finger bisküvi kutuları olur, bildiğin teneke, 20x20 ebadında. İçine yazma doldurulur kat kat. Bir torbada lavanta atarlar mis kokar. Ben diyeyim kırk, siz deyin elli parça. Günün mana ve önemine göre birini çıkarır, dolarlar başlarına.
Bayramlarda kandillerde el öpmeye gelenler hediyesiz çıkarılmaz. Paşalara takke çorap verilir, küçük hanımlara toka, yazma.
Acılı gün olur, gözyaşlarını kurular, utanır yüzlerini saklarlar. Analar kah kah gülüp dişlerini göstermez, yazmanın ucuyla ağızlarını örtüverirler usulca.
Sessiz dursalar da saf değildirler, yeri geldi mi gediğine öyle bir oturturlar ki, taş da şaşar, laf da. Onların gözünden bir şey kaçmaz, zekâ kıvılcımları vardır bakışlarında. Ama çok şeyi görmezden gelir, saklanırlar yazmalarının ardına.
Bazı hayırsızlar çekip gider, yıllar sonra dönerler sılaya.
-Annem?
Kabristanda bir tümsek gösterirler “orada!” Pişman tövbekâr evi dört dolanır, deli gibi yazma arar. Anne kokusu onda kalmıştır...
Kaldıysa.

DOSTUN ESKİSİ
Acıda yazma, neşede yazma. Avluda yazma, mutfakta yazma.
İyi de nerede bunlar?
Gel de yazma!
Geçen Sultanhamam Çakmakçılar Yokuşu’ndan iniyorum. Bildik bir ses “İrfan Abi!”
Bakıyorum. Aaa Hüseyin Akbal, yılların yazmacısı. Çıkmış han önünde güneşleniyor, pastırma yazının tadını çıkarıyor, son elveda.
-Abi çay?
İtiraz ne mümkün? Cömertin ikramı şifa. Ne zamandır gelmemişim, raflar rengârenk, gökkuşağı gibi âdeta... Hüseyin Abi’nin muhabbeti tatlı, eskilerden dem vuruyor. “Ah nerede o esnaflar” diyor, “öyle bir birlik beraberlik vardı ki. Paraya mı sıkıştın, koş komşuya, kasayı açar “Al” derlerdi, “Ne kadar lazımsa”. Söz senetti, pazartesi diyen cumartesinden getirir, el ayak çekilmeden, kepenkler inmeden daha. Şimdi bir yabancı yerimizi sorsa başından savıyor “Yok onlar, kapattı” diyebiliyorlar. Kendi sattığı ürün de değil, hani desen rekabet var aranızda.  
-Eskiden kaç yazmacı vardı çarşıda?
-Çok vardı. Sayamayacağın kadar. Misal Çarkçılar Sokağı baştan başa...
-Ya şimdi?
-Pamukluya devam eden birkaç kişi kaldık. Sentetik nispeten fazla.
-Pamuk harika bir malzeme oysa.

ZOR ZENAAT
-Meşakkatli ama. Taaa Mısır’dan ip getirteceksin, nereden baksan iki ayına patlar. Zamane dokumacılar suni elyafa alıştı, pamuktan hoşlanmıyorlar
-Niye?
-Çünkü narin ve nazenin, yeni makinaların hızına ayak uyduramıyor. Sık kopuyor, vakit kaybettiriyor. Sonra boyacıların keyfi olsun diye bekliyoruz. Tabii rakamlarımız eskisi gibi büyük değil, adam n’apsın, araya alıyor, boşluk buldukça. Yazmaların etrafını bastırırız malum. Pamuk yumuşaktır itina ister, hâlbuki dört beş polyester çevirebilirsiniz o zamanda. Hepsi bir yana, alan emeğin farkında olsa.
-Kıymetini yaşlılar bilir ama.
-Bir de turistler biliyor. Polyesteri ellerinin tersi ile itiyor, pamuğu basıyorlar bağırlarına. Hâlbuki sentetiğin renkleri daha canlı, desenler alev alev yanıyor.
-Şunun sıcaklığı yumuşaklığı başka.
-Öbürü ne kışın ısıtır ne de yazın ter alır. Eh işte biraz mani olursa rüzgâra.

TIĞ TUTAN KALMADI
Eskiden genç kızlar el işi yaparlardı. Bize kutu kutu oya ile gelir, başlarlardı yakışacak yazma ayırmaya. Üst üste koyar koyar 70-80 parça alıp çıkarlar. Her gelin kızın rüyasıydık, cep telefonu henüz girmemişti hayatımıza. Ne oyalar, ne oyalar. Elma oyası, domates oya, gül, lale, kiraz, hercai, zürafa… Yeşilin ve eflatunun üçer tonu vardır, hanımlar da bilir oyalarını ona göre hazırlarlar. Turkuaza, bembe beyaz, papatya ya sarı yazma. Hanımlarımız ne yazık ki geleneği yaşatamadı, analarından öğrendiklerini belletmediler yavrularına. Tesettür de laçkalaştı. Bir diziye kapılıp şal çılgını oldular.  
-Evet eşarp azaldı, farkındayım. Hani, belki marka olursa.
-Bak ona bayılırlar, avuçla para verirler icabında. Tesettürden maksat setretmektir, bakışlardan sakınmak. Bizim renklerimiz pasteldir, hepsi aklı başında. Göz alan, bağıran tonlar olmaz, bakın boyahane yağ yeşili yerine yanlışlıkla fıstık yeşili basılmış, yıllardır ööle duruyor tezgâhta. Bazen nineler geliyor hevesli. Torununun önüne yayıyor kızım bunu mu şunu mu? Gençler omuz silkiyor “Amaan ne işim olur onlarla!” Ama biz klasikçiyiz, vazgeçmiyoruz, eski usul kenar boncukları yaptırıyoruz hâlâ.
-Peki ya Anadolu’da?
-Bazı yerlerde üniforma gibidir, Zonguldak Alaplılılar bordo bir yazma takar mesela. Kastamonulular sarı yazmadan caymazlar, bizim Malatya ise asma yaprağı bağlar. Ankara’ının kazaları düşkündür sonra. Konya, Karaman, Trabzon, Balıkesir, Diyarbakır, Beypazarı, Akçakoca... Boşnaklar ve Kosovalılar ‘Yemeni’ ve ‘Şami’ diyorlar, demek o yıllarda Yemen’den, Suriye’den gidiyor. Bulgaristan Türkleri “yağlık” der, Romanya  ve Yunanistan Müslümanları da arar sorar.
-O kadarını bilmiyordum.
-Bak yanımızdaki komşu iğne oyası satar, düşünün taaa Japonya’dan geliyorlar.

ÇARŞIDA BÜYÜDÜM
-Kaç senedir buradasınız?
-Sekiz yaşımdan beri. Babamın getirdiği ilk günü hatırlıyorum da... Şimdi yokuştan iniyoruz; Valide Han, Çakmak Han, Sümbül Han, Büyük Yeni Han, her yan dokuma. Tezgâhlar çatır çatır çalışıyor, nasıl gürültü, nasıl koşuşturmaca. At arabaları, kornalar, hamallar. “Yok” dedim “bi’ daa da gelmem buraya!” Büyük konuşmuşum, ayrılamadım o günden sonra.
-Ya okul?
-İlk mektebi Oruç Gazi’de okudum. Aksaray’da. Sabahçıydım, öğleden sonra koştura koştura gelirdim dükkâna. Babam Sümerbank ürünleri satar, bildiğin şeyler işte; basma, pazen, yatak örtüsü, hasse, dril, diyagonaller... Uşak’tan kaput bezi getirirdik sonra. Bir günde 40 balya mal verdiğimi bilirim. Bir balyada 20 top olur. Bir topta 40 metre basma. Yani üç kilometreden fazla. Üstelik peşin para. Pangınotları ceket ceplerime basar, üstüne bir ceket daha giyerdim ki, çarpmasınlar. Ufacık tefeciğim, bildiğin yürüyen kasa. O zamanlar anarşi var, komşular paralarını benimle yollarlardı bankaya. Çocuğum ya dikkat çekmeyeceğim hesapta. Seksenli yıllarda yazmaya döndük. O zamanlar çok iş vardı, 20 binin altında sipariş olmaz. Bir partide yüz bin, iki yüz bin yazma. Şimdi çeşit çok, talep yok, güzelim sanat can çekişiyor. Ama biz bırakmayacağız, ecdadın mirasına sahip çıkacağız. Bakalım ne kadar
dayanırsak!

 

 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.