“Haber, birinin yayınlanmasını istemediği şeydir, gerisi reklamdır.”

Genelde “gazetecilik birilerini rahatsız edeni yazmaktır, gerisi halkla ilişkilerdir” versiyonu ile ünlü yazar George Orwell’e atfedilen bu sözün sahibi, ABD’li yayıncı William Randolph Hearst’tır. Kendisi, 19. Yüzyıl’da ABD’nin en büyük yayın zincirlerinden birinin sahibidir.

Gerek Hearst’ın 1800’lü yıllarda sarf ettiği o sözler, gerek Orwell’a atfedilen cümle, 19. Yüzyıl’da olduğu gibi 20. Yüzyıl boyunca ve 21. Yüzyıl’ın ilk 20 yılında da doğruluğunu kanıtladı.

İlk gazetenin yayınlandığı günden bu yana, ülkeleri yönetenler, siyasetçiler, para ve güç sahipleri, gazetelerden ve gazetecilerden hep kendilerini iyi göstermelerini, reklamlarını hatta propagandalarını yapmalarını beklediler.

Diğer taraftan da gazetecilerin yaptığı haberlerden hep rahatsız oldular.

Sadece dün, ülkemizde de bu sözün geçerliliğini koruduğunu gösteren iki örnek yaşandı.

İlkinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, kendisine “Muhalefet ‘birkaç tane şehidimiz var’ ifadenize tepki gösteriyor” diyen Fox Haber muhabirine, “Fox önce gazete olsun, yalan haber üretmeyi bırakın” karşılığını verdi.

İkincisinde de CHP Genel Başkan Yardımcısı Oğuz Kaan Salıcı, kendisine İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na sorduğu soruları anımsatan CNN Türk muhabirine yanıt vermek yerine şöyle dedi:

“Siz Cumhurbaşkanı’na gidip Kılıçdaroğlu böyle sorular sormuştu, yanıtınız var mı diye sorabiliyor musunuz?”

Soru soran iki gazeteciyi de tanırım. İşlerini namusuyla yapan gazeteciler. İkisinin de sorduğu sorular, gazetecilik sınırları içinde sorulması gereken sorular.

İki siyasetçinin rahatsız eden sorular karşısında başvurduğu yöntem de aynı:

“En iyi savunma saldırıdır.”

“İki şehidimiz var” demek varken “birkaç tane şehidimiz var” ifadesini kullanması, büyük ihtimalle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kendisini de rahatsız etmiştir.

Ayrıca Cumhurbaşkanı’nın ifadesini ve o ifadeye gösterilen tepkileri anımsatması karşısında duraksaması, ardından Fox Haber’i hedef alması, kullandığı ifadeyi savunmakta zorlandığını gösteriyor.

Oysa Libya’da ya da İdlib’de yaşananları en iyi bilen Cumhurbaşkanı’dır. Haliyle bu konulardaki soruların da birinci muhatabıdır. Gazetecinin şehit sayısını, İdlib’de ve Libya’da yaşananları Cumhurbaşkanı’na sorması en doğal hakkıdır.

Benzer şekilde, Oğuz Kaan Salıcı da CNN Türk muhabirinin sorusuna pekala yanıt verebilecekken, gazeteciyi hedef alarak Erdoğan’la aynı duruma düşmüştür.

Bir bakanın iddialarını muhatabına sormak da gazetecinin hem hakkıdır hem görevidir.

İster iktidarda, ister muhalefette olsun. Siyasetçiler, gazetecilerin kendileri için rahatsız edici gerçeklerin peşine düşmesini kabul etmek zorundalar. Sorulara verebilecekleri “haklı cevaplar” varsa, yaptıklarının doğruluğuna güveniyorlarsa gazetecilerin yaptığı işten korkmalarına, sorduğu sorulardan rahatsız olmalarına gerek yoktur.

Neticede gazetecilik birilerini rahatsız eden haberleri yapmak, soruları sormaktır.

Biz kime güveneceğiz?


Gazeteci Murat Ağırel’in başına geleni biliyorsunuzdur. Sosyal medya hesabı, kullandığı cep telefonuna doğrulama mesajı gönderme seçeneği olduğu halde ele geçirildi. Tanıdığım, devlette çalışan bir telekomünikasyon uzmanına “cep telefonuna doğrulama kodu gönderiliyor. O kod olmadan mümkün mü?” diye sordum. “Bunu devlet istemişse, yapması mümkün ve çok kolay” dedi. “GSM operatörleri nasıl verir bu bilgileri?” diyecek oldum, “Zaten hepsinin bir ucu dinleme yapılan merkezlerde” dedi.

“Yani isterlerse online alışveriş ve bankacılık işlemlerini de bu yolla yapabilirler mi?” sorusunu yönelttim. “Gerek duyarlarsa evet” karşılığını verdi.

Dinlerken devletin özel yaşamımızı bu kadar rahat gözetlediği, hayatımıza bu kadar kolay dahil olabildiği “big brother (büyük birader)” halinden ürktüm. Devletin vatandaşlarını terörden, beladan korumak için aldığı yetkileri vatandaşına karşı bu kadar rahat kullandığı bir ortamda biz kime güveneceğiz?