“Fotoğrafçının tanımlara ve sınırlara ihtiyacı yok”

Taylan Bağcı, yıllardır bu alanda yaptığı çalışmaları, karanlık oda deneyimini ve fotoğraf sanatına bakışını anlatıyor.

Bu haftaki atölye ziyaretinde bir karanlık odaya konuk oluyoruz. Dijital teknolojilerin fotoğraf alanında sağladığı kolaylıklara ve verdiği hızlı sonuçlara rağmen, analog makinelerden, 35 mm filmlerden, film banyosundan çıkacak sonuçları merakla beklemekten, fotoğraflarını kendi elleriyle basmaktan, deneyip yanılmaktan, en iyi sonuçları elde etmek için uğraşmaktan vazgeçmeyenler de var. Bol zaman, yoğun araştırma ve belirli bir bütçe gerektiren bu zevkli uğraşı tutkuyla sürdüren fotoğrafçılardan biri de Taylan Bağcı. 

Fotoğraf çekmeye nasıl başladınız?

Adıyaman ve Antep’teki çocukluğum, lise yıllarına kadar evdeki fotoğraf makinesiyle oynayarak, ansiklopedileri karıştırarak geçti. O zamanlar evlerde bilgisayar ve internet yoktu. Ben de evdeki ansiklopedileri okur, fotoğraflarına bakardım. Şimdi bütün o birikime belki internetten bir günde ulaşabilirsiniz ama eskiden öyle değildi. 1998 yılında üniversite için İstanbul’a geldikten birkaç ay sonra kendime Zenit marka bir fotoğraf makinesi aldım. O zamandan beridir fotoğraf çekiyorum. 

Öncesinde, ansiklopedileri karıştırdığınız dönemde, kendinize bir idol seçmiş miydiniz?

İdolüm yoktu, çünkü fotoğrafçıları tanımıyordum. Sadece Ara Güler’in adını biliyordum. Ansiklopedideki fotoğrafçıların isimlerinin yanında birer fotoğrafları vardı sadece. Birinin idolünüz olabilmesi için onun bütün fotoğraflarına bakmanız, ondan beslenmeniz gerekiyor. O zaman öyle bir imkân yoktu. Ancak şunu anlatabilirim: Evimizdeki edebiyat ansiklopedisinde, Ara Güler’in çektiği bir Orhan Veli portresi vardı. Fotoğrafta Orhan Veli’nin yüzü kibrit ışığıyla aydınlanıyordu ve gözleri kapalıydı. Yanında da ‘İstanbul’u Dinliyorum’ şiiri yazılıydı. O fotoğraftan çok etkilenmiştim, dönüp dolaşıp sürekli ona bakardım. Onun çekildiği sırada neler yaşandığını hep merak ettim. Bana çok soru sorduran, hayaller kurduran bir kare oldu. Uzun uzun baktığım ve sorguladığım ilk fotoğraf oydu. 

Hızla gelişen dijital teknolojilere rağmen sizi analog fotoğrafa sadık kılan ne oldu?

Ben fotoğrafa analogla başlayıp analogla devam ettim. Bu benim için bir tercih ve alışkanlık. Ayrıca, analog fotoğrafın üretimime ve yaklaşımıma daha uygun olduğunu düşünüyorum. Bunun nedenlerinden biri, yavaşlığı; bu, hayal gücümü tetikliyor. Çektiğim fotoğrafa anında bakamıyorum, dolayısıyla çektiğim kareyi hayal ediyorum, onun nasıl olduğunu merak ediyorum. Bu, insanı çok geliştiren bir şey. İkincisi, fotoğrafı çektiğiniz âna konsantre oluyorsunuz, süreçten kopmadığınız için özel anları yakalayabiliyorsunuz. Üçüncüsü, artık analog fotoğrafın üretim aşamasına hâkimim. Karanlık odayı, malzemeyi iyi biliyorum. Bu sürecin sonucu yani ürünü olan fotoğraf baskısının nasıl olacağını kontrol edebiliyorum. Fotoğrafı yakaladığım an, hatta henüz deklanşöre basmadan, onun baskısının nasıl olacağını tahmin edebiliyorum. Ortam ışığı uygun olmadığında makinemi çantamdan bile çıkarmıyorum, çünkü makinemdeki filmin ona uygun olmadığını biliyorum, zorlamıyorum. Analog fotoğrafın tüm bu özellikleri, fotoğrafın üretiminin ilk aşamasından son aşamasına kadar tamamen kontrolüm altında olmasını sağlıyor. Dijitalde böyle değil. Dijital teknolojiler sürekli değişse de, ben, 1959 model analog makinemle ve karanlık odamda yaptığım baskıyla, en iyi dijital kamerayla elde edilebilecek, hatta daha iyi sonuçları alıyorum. Analog fotoğrafta sonuçta her zaman fiziksel bir şey üretmiş oluyorsunuz, fotoğraf sanal kalmıyor. Aslında analog da dijital de araçtır; önemli olan bizim sonunda duvara astığımız fotoğraftır. Teknikse, anlatım dilinize hizmet eden bir araçtan fazlası değildir. Onu ne abartmalı, ne de küçümsemeliyiz.

Karanlık oda çalışmalarınız kaç yıldır devam ediyor?

2003’te üniversitede, karanlık odaya ilk kez girdim, o zamandan beri de karanlık odada çalışıyorum. 2005’te fotoğrafçı Hüsnü Atasoy’un Taksim’deki ofisinde karanlık odacı olarak çalıştım, aynı zamanda onun asistanlığını yaptım, eğitimler verdim. 2009 yılından beri ise arkadaşlarla birlikte kurduğumuz karanlık odayı ve atölyeyi kullanıyorum. 

Fotoğraf ve karanlık oda malzemelerini nasıl tedarik ediyorsunuz? Artık filmlerin bayatlamış olması, bazı kâğıtların üretilmemesi size zorluk çıkarıyor mu?

Lomografi akımıyla birlikte bayat film de moda oldu aslında. Ben ne tavsiye ederim, ne de kullanırım. Ürettiğiniz sanat eserinin kontrolsüz, tesadüfi bir şekilde ortaya çıkması bana tuhaf geliyor. Taze ve kaliteli film hâlâ üretiliyor, hatta Avrupa’nın önde gelen üreticilerinden olan bir firma satışlarının sürekli olarak arttığını açıkladı. Diğer taraftan, ticari fotoğrafın dijitale kayması, renkli analog fotoğrafı çok etkiledi. Dia geleneği bitti. Fakat benim de tercih ettiğim siyah-beyaz fotoğraf açısından pek bir şey değişmedi. Zaten siyah-beyaz fotoğrafı kullanan kısıtlı bir çevreydi, dijitalden sonra da onda çok büyük bir değişiklik olmadı.

Türkiye’de malzeme açısından en büyük sorunumuz, çeşitlerin az olması. Piyasada kaliteli malzemeler olsa da, Amerika’da ya da Japonya’da üretilen çoğu ürünü burada bulamıyoruz. Karanlık oda kimyasalları açısındansa bir sorun yok, siz kendiniz de ham kimyasalları alıp karışımları hazırlayabiliyorsunuz.

Fotoğrafçılıkta nasıl bir yol izliyorsunuz?

Bir fotoğrafçının belirli tanımlara ve sınırlara ihtiyacı yok aslında; biz şu ya da bu fotoğrafçısı değiliz, fotoğrafçıyız. Ben bir şeyler anlatmak için fotoğrafı kullanıyorum. Sokaklarda kendime dair ifadeleri arıyorum; hem insanlarda, hayvanlarda, hem de doğada, aslında her yerde. Buna şimdilerde ‘sokak fotoğrafı’ deniyor, 10 sene önceyse ‘belgesel fotoğraf’ deniyordu, yarın belki başka bir adı olacak.

Sokak fotoğrafı kavramı genellikle yanlış algılanıyor, çıkıp rastgele fotoğraflar çekmek gibi... Fakat fotoğraflarda bir şeyler anlatmanız gerek, bu anlatıyı da tek bir fotoğraf üzerine yıkmak anlamsız. Öyle olunca, ortaya, çok eleştirilen resimsel fotoğraflar çıkıyor. O tür fotoğraflar güzel olsa da sıkıcı hale gelmeye başlıyor. 

Bu bahsettiğiniz anlatı, farklı zamanlarda çekilmiş fotoğraflar bir araya geldiğinde mi ortaya çıkıyor?

Tabii. Tek fotoğrafta da bir şey anlatabilirsiniz ama onu ancak çok özel fotoğrafçılar başarabilmiş bugüne kadar. Josef Koudelka bile, şimdiye kadar bunu başaran tek kişinin Henri Cartier-Bresson olduğunu söylemiş. Tek bir fotoğrafla olmasa da, birden fazla fotoğrafla etkin bir yapı oluşturup bir şeyler anlatabilirsiniz. Benim benimsediğim yöntem de bu; birden fazla fotoğrafı yan yana getirerek bir yapı oluşturmak. 

Türkiye’de farklı alanlarda çalışan fotoğrafçılar arasında gruplaşmalar ve bu gruplar arasında belirgin sınırlar olduğu hissediliyor. Bazı fotoğrafçılar art arda kitaplar çıkarıyor, kimileri çağdaş sanat galerileriyle çalışıyor, basın fotoğrafçıları, sokak fotoğrafçıları var... Farklı türlerde üreten fotoğrafçıları bir araya getiren etkinliklere pek rastlamıyoruz. Sizce bu neden kaynaklanıyor?

Bence maddiyat üzerine kurulu bir yapı var. Hangi alanda çalışırsa çalışsın herkes maddi kaygılar taşıyor, bu da çok doğal. Sadece fotoğraf satıp para kazanmak değil, işlerini galerilerde sergilemek, kitabını satabilmek, basın fotoğrafçısıysa çok iyi bir kare yakalayıp onun yayılmasını sağlamak, düğün fotoğrafçısıysa daha çok iş almak... Bu tür kaygılar insanların arasına ister istemez sınırlar çiziyor, herkes birbirinin rakibi oluveriyor. Bu benim de gözlemlediğim bir durum.

Bunun bir nedeni de yüzeysellik. Fotoğrafçısından mimarına, mühendisinden bakkalına, hiçbirimiz işimizi yeterince derinlemesine yapmıyoruz. Hal böyle olunca izleyici de yüzeysel oluyor. Çoğumuz okul yıllarında besleyici bir sanat eğitimi almadık. İzleyici kendine gösterilen ürünler arasında ayrım yapamayınca, iş bu kez pazarlamaya, halkla ilişkilere indirgeniyor. O zaman da kimin ismi daha çok öne çıkarsa, o daha iyi fotoğrafçı oluyor. Ortaya bir tür yarış çıkıyor.

Son olarak, fotoğraf, doğası itibariyle bencildir, tek başınıza uğraştığınız bir şeydir. Deklanşöre bastığınız anda bir seçki yapmış olursunuz, hayattan bir parça seçersiniz, bu da sizi yaratıcı pozisyonuna getirir, egoyu besler. Dolayısıyla fotoğrafçıların grup grup, hatta birey birey ayrılması doğal. Fakat bu egoları yenemediğimiz sürece yalnız kalmaya mahkûm olacağız. 

İmeceyle çıkarılan bir fotoğraf fanzini

Taylan Bağcı’nın, fotoğrafçı arkadaşları Martin Hinze, Tolga Güleç, Omar Özenir ve Simon Becker’le birlikte çıkardığı ‘Gözaltı’, altı ayda bir meraklısıyla buluşan bir fotoğraf fanzini. Her sene ilkbahar ve sonbaharda yayımlanan, kitapçık formatındaki fanzinin her sayısı farklı bir tema etrafında hazırlanıyor ve ücretsiz dağıtılıyor.



Yazar Hakkında