FETÖ EKBER Mİ?
‘DİN-İ İLAHİ’
(DİNLERİN BİRLEŞTİRİLMESİ)

Celalü’d-din EKBER ŞAH. Tahta çıktığında 14 yaşındaydı. 49 yıl iktidarda kaldı. Yeterli ilmi olmadığından, bilenlerin tesirinde çok kalırdı. Onun bu zaafını bilen şeyh kılıklı şarlatan Abdurrahman (Ebu’l Fazl); “Kuran’ın Allah tarafından gönderilen bir kitap olmadığını, halkın arasında ifade kabiliyeti zaten güçlü bir şahsiyet olan Muhammed Mustafa’nın kendi icadı olduğunu” ifade eder. Bu sözleriyle Ekber Şah’ın da aynı işi yapabileceği imasını yaparak, ifsadına sebep olacak yolu aralamış olur.
Ekber Şah’ın hükümdarlık yaptığı zamanı, devlet bünyesinde ve bilhassa sarayda Hint tesirinin artmaya başladığı bir dönem olarak bilinir. Hint menşeli birçok hanımı vardı. Bunların da etkisiyle, sosyal hayatta onların lehine bir takım düzenlemelere gitti. Zaten ülkede Türk nüfusu oldukça azdı; var olanlarda daha ziyade ordu ve yönetim kadrosunda çalışıyorlardı. Nüfusun büyük bir kısmını putperest Hindular teşkil ediyordu. Yeni düzenlemelerin en önemli unsurlarından biri Hinduların vatandaş statüsüne yükseltilmeleriydi. Bu düzenlemeyle onlarında asker ve devlet memuru olmalarının yolu açılmış oldu. Bu uygulamanın getirdiği en önemli faktör Müslümanlarla gayr-ı Müslimler arasında eşitliğin sağlanmasını sağladı. Böylece de, ülkede gerginlik azaldı. Ardından refah artmaya başladı.
DİN-İ İLAHİ
Sosyal alandaki bu düzenleme kısmen de olsa sosyal barışı sağlamış oldu. Fakat halledilmesi gerek bundan daha da önemli olan çok dinliliğin getirdiği kaosun halledilmesiydi. Yukarda ismi geçen Ebu’l Fazl isimli şahsında da iğvasıyla Hindistan çevresindeki dinlerden müteşekkil yeni bir dinin oluşturma fikri ileri sürüldü. Böylece dinler arası diyalog görüşmeleri başladı. Bir müddet sonra da “Din-i İlahî” diye yeni bir dinden bahsedilmeye başlandı.
Görüldüğü gibi dinler arası diyalog Fethullah Gülenle başlamamıştır. Daha önceleri de bu tür deneme yapılmıştır. Belki bundan sonrada yapılacaktır. Nasıl ki, o denemeler dine ve dindarlara zarar vermişse maalesef günümüzde de birçok zarar verdi ve verecektir.
Ekber Şah ve ‘dini İlahi’ çalışması; uzun süren iktidarı müddetince kendine başkaldıracağı düşünülen hemen herkesi sindirdi. Artık çalışmalarını dini ve kültürel alana kaydırdı. Kendini dini yönden de bütün uyrukların (ırkların) dini önderi yapmaya çalışmalıydı. Bu yüzden iktidarı altındaki dinlerin özellikle de en çok taraftarı bulunan Hinduizm ve İslamiyet’in benzerliklerini bir araya getirmek istedi. İlk önce bu dinlerin müntesipleri arasında yakınlaşmayı sağlamaya çalıştı. Bunu yaparken de itikadî ve ibadetlerden değil, bayram ritüellerinden başladı. Yeni törenler ihdas ederek müşterek kutlamalar yapılmasını sağladı. Böylece herkesin katılabileceği yeni bir atmosfer oluşturdu.
Ekber ön gördüğü düşünce doğrultusunda, kendince çok dinli Hint toplumunu idare etmek için toplumun her kesimiyle iyi ilişki kurmaya çalışıyordu. Onun bu çabası, Hindistan’daki mevcut dinleri birleştirmeye kadar götürdü.
Ekber Şah, muhtemelen bu düşüncesiyle en büyük müntesipleri bulunan Hindularla Müslümanlar arasındaki çatışmalara son vermekti. Böylece İslamiyet, Hıristiyanlık, Hinduizm, Zerdüştlük, Budizm gibi çeşitli din ve inanç sistemlerinin makul kabul ettiği prensiplerini birleştiren Din-i İlahi adıyla yeni bir din kurmaktı. Ekber Şah’ı bu düşünceye sevk eden yanında bulunan güya din, fikir ve düşünce adamalarıydı. Bunlardan Amul Şerifî bir gün sen; “Sahib-i Zaman” sın, Şirazlı Hoca Mevlana’da; siz zamanımıza tekabül eden “Mehdi” sin diyerek Ekber’i deyim yerindeyse gaza getirdiler. O da böylece kendinde bir şeylerin olduğu vehmine kapıldı. Müslümanlardan bazı yaltakçıların yaptığı gibi
Brahmanlardan bazıları da Ekber’in Rama ve Krışna gibi büyük Hindu mabudu Vişnu’nun bir “Avatar” ı, yani dünyada görünen bir tecessümü olduğunu söylemeye başladılar.
Artık un, şeker ve su hazırdı. İş helva yapmaya kaldı. Oda yukarda da zikrettiğim gibi müşterek kutladıkları bayramlar; Ekber’in tahta çıkması, Nevruz, Mihrican (Sonbaharın başı 11 Eylül) takvimi de ay üzerine değil güneş üzerine ayarlanan “Takvim-i İlahi” adında bir takvim çıkararak işe koyuldu.
Bu din, şehvet düşkünlüğü, iftira ve gurur gibi günahları şiddetle yasaklıyor. Öte yandan insanlar arasında eşitlik, alicenaplık, ihtiyat, takva, gibi faziletleri esas alıyordu. İslamiyet, Hıristiyanlık ve Hinduizm’in ağırlık taşıdığı Din-i İlahi, Ekber Şah’ın şahsında merkezileşen bir kült olarak gelişmiş ve dine katılacak kişiler dahi hükümdarın kendisi tarafından seçiliyordu.
Bu duruma başta oğlu Cihangir Şah ve İmam-ı Rabbani olmak üzere dönemin seçkin âlimleri çok sert ve ciddi tepki gösterdiler. Onlar yeni oluşturulmaya çalışılan bu batıl dinin, neşvünema bulmadan yok edilmesini istiyorlardı.
Diğer taraftan da Ekber yeni oluşturduğu din için, 1575 yılında Fetihbür Sikri’de büyük bir divanhane (ibadethane) inşa ettirdi. Burada saray mensuplarını, Müslüman âlim, edip ve mutasavvıflarla Mecusi, Hindu, Budist ve Hıristiyan bilginlerini toplayarak dinî konularda münazara yaptırmaya başladı. Sultan bu münazaraları dinlemekten büyük zevk alırdı. Zevk alıyordu zira bazı dalkavuklar; “Senin gibi İmam-ı Adil’in müçtehitleri taklit etmesi doğru değildir. İmam-ı Adil’in mertebesi müçtehitlerden üstündür” diyorlar.
Bununla da yetinmeyip adına düzenlenen mevlit töreninde Feyzi en-Nagori kendisini ilahi mertebeye yücelten manzum bir hutbe hazırlayıp okudu. Okunan bu hutbe her ne kadar Müslümanların tepkisine sebep olmuşsa da o bununla da yetinmeyerek Ekber’i; “Sultan’ul-İslam kehf’ül- enam, Emir’ul-Müminin, zıllullah ale’l-alemin” olarak tanıtan ve onu dinî ve dünyevî meselelerde tartışılmaz otorite olarak kabul eden bir belge düzenledi. Maalesef ileri gelen âlimler (!) de bu belgeyi imzaladı. Böylece Ekber sarayına topladığı bütün eyalet valilerinin huzurunda kurduğu ‘Din-i İlahi’ yi ilan etti.
Büyük bir uğraşıyla kurulmaya çalışılan bu dinin kurulmasında Ekber’i ikna eden Ebu’l Fazl’ın öldürülmesinden sonra din-i ilahi zayıflamaya, Ekber’in ölümüyle de tamamen yok olmaya yüz tuttu. Şimdi sadece kitaplarda kaldı.
Bu dinin kurulmasında babasını ifsat eden Ebu’l Fazl’ı babasına rağmen Selim Şah (Cihangir Şah) öldürmüştür. Hatta bu yüzden babası oğluna çok kızdı. Zayıf bir rivayete göre Ekber’in tekrar Allah’a iman edip, kelime-i şehadet getirdiği, İslami esaslara göre defnedildiği ifade edilse de bu durum çok kabul görmemiştir. Nitekim 49 yil yaptığı hükümdarlığın ardından 1605 yılında öldü. Ekber Şah’ın mezarı Agra’da meşhur Taç Mahal’in haziresindedir.
Burada;
1- Kontrolsüz gücün insanı ne hale getirdiğini,
2- Aşırı dalkavukluğun zararlarını,
3- Cahilin cehaletinden faydalanmayı görüyoruz.
4- Bununla beraber; yanlışı gören başta İmam-ı Rabbaninin, ölümü pahasına da olsa tepki göstermesini,
5- Oğlu Cihangir’in İslam’a zarar verdiğini düşündüğü kişiyi (Ebu’l Fazl) öldürmesini,
6- Son olarak, maalesef Şüpheli bir son; Müslüman mı, kâfir mi? Oluğunu görüyoruz.
FETHULLAH GÜLEN
Gülen’in fikir babası daha önce de yazdığım gibi Cizvitler mi? Ekber Şah’ mı? Yoksa kim?
Diğer taraftan düşünüyorum da; FETÖ terör örgütü mensupları; “Abant Toplantılarını” düzenleyip, “Dinler Arası Diyalog” u savunurlarken, “Ilımlı İslam” görüşünü Türkiye’ye hatta tüm dünyaya yaymaya çalışırlarken, toplumun bütün katmanlarından insanları tesiri altına almaya
çalışırlarken, ses çıkartmayan; siyasetçiler, ilahiyat camiası, âlimler! Hele hele Diyanet İşleri Başkanlığına ne demeli?
Tıpkı; Ekber Şah’ın oğlunun (siyasetçinin) dini ifsat eden Ebu’l Fazl’a tepki koyduğu gibi niçin tepki konmadı? Ölümü pahasına da olsa Ekber Şah’a tavır koyan İmam Rabbaninin tavrını, Türkiye’nin şeyh ve âlimleri niçin koymadılar?
Hâlbuki tarihte cereyan eden muhtemel sosyal bir hadise için zamanında ve yerinde alınan önlemle mani olunduğu görülmüştür.
Necmettin Türünay anlatmıştı; Mısır’ın fethinden sonra Yavuz Sultan Selim, hapiste olan Halveti Şeyhlerinden İbrahim Gülşen’i dışarı çıkarır. O da yaptığı gayretli çalışma neticesinde müritlerini çoğaltır. Bir anda hormonlu denecek şekilde aşırı büyüme rahatsızlığa sebep olur. Mısır valisi derhal müftüyü şeyh efendiye göndererek iki konuda dikkatini çeker:
1- Konuşmanızda ağlayarak, sızlayarak cezbeli konuşma tarzınızı bırakıp, Efendimizin ashabına yaptığı sohbet gibi yapmasını,
2- Asla müritlerini devlete yerleştirmeye kalkmamasını tembih eder. Oda bunun gereğini yapar. Böylece olası bir tehlike önlenmiş olur.
Yaşananlardan hareketle, insan ister istemez biz de zamanında gereğini yapsaydık, acaba yaşadıklarımız yaşanmaz mıydı demekten kendimi alamıyorum. “Tavşan yamaca geçtikten sonra” alınan önlemin çok ta faydası olmuyor. Maalesef zayiat da fazla oluyor. Ha keza zamanında önlem alınmazsa Allah’tan af, insanlardan özür dilen se de maalesef birçok şehit’ in, gene binlerce Gazi’nin olması önlenmiş olmuyor.
Elhamdülillah her şeye rağmen çok büyük bir badireyi, işgali ucuz atlattık diyebiliriz.
Atalarımız; “olan ve ölene çare yoktur”, Arapların da; “heleke ma helek” -olan olmuştur- dediği gibi artık olan olmuştur. Şimdi bize düşen yaralarımızı çarçabuk sarmak, bu olanlardan ders çıkarıp, bir daha Ekberleşme eğiliminde olanlara fırsat vermemektir.