Antalya Altın Portakal Festivali’nin bildiğimiz haliyle, ‘Altın Portakal’a kavuşarak, Ulusal Yarışma’ya yeniden kucak açarak yapılması bizi, tıpkı Adana’nın eski ekibine kavuşmasıyla bayram ettiğimiz gibi sevindirmişti. Festival’in başına Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre gibi yıllardır yaptıklarıyla kendini kanıtlamış arkadaşlarımın getirilmesi gibi. Bu vesileyle Antalya Belediye Başkanı Sayın Muhittin Böcek’e de teşekkür ederiz. Jüri sonuçları nedeniyle çıkan tartışmaların, yapılan eleştirilerin festivalin olumlu yanlarını unutturmamasını dileriz.

Daha fazlasını da yazamam, çünkü daha Antalya’ya gittiğim gün yattım, sekiz gün boyu Rixos’ta kaldım demek de yalan olmaz. İkisi aynı seansta üç belgesel gördüm. İki söyleşi yapabildim. Biri dış seslerle heba oldu, ötekini de ancak son anlara yetiştirebildik. Hiç bilmediğim türden bir baş dönmesine yakalanmıştım. Midem de öyle bulanıyordu ki, yemek yiyemez olmuştum. İstanbul’a bu halde geldim. Sonunda anlaşıldı ki, kulaklarım temizlenirken kulak kristalleri yerinden oynamış. Onlar hizaya davet edildi, ben de insan arasına çıkar hale geldim.

Ve Kitap Fuarı’na gittim. 2’sindeki söyleşimi kaçırmıştım. 9’undaki imzaya yetiştim. Boynumda sevimsiz bir boyunlukla…

Neyse ki önümde Günışığı 18’den çıkan “Ara Sıra ve Daima”, yanımda da Ahmet Büke vardı. Diğer tarafta imza veren Sevgi Saygı’yı da yakalayıp “Turne Dedektifleri”ni imzalattım. İki İzmirliye karşı mücadelemi sürdürdüm. Neyse ki, imdadıma Harry yetişti. Çocuklar çantalarından utana sıkıla onun kitaplarını çıkarıp imzalar mıyım diye soruyorlardı. Ben de, her imza gününde fazladan Harry de imzalamaya alıştığım için elimle “Gelin! Gelin!” diye işaret ediyordum. Sonra ya mutlu/mahcup okurlar, ya da anneleri bir fotoğraf mümkün mü diye soruyorlardı. Niye mümkün olmasın? Bazen fuarlardaki işlevimin bu olduğunu düşünüyorum.

Aslında kitap (ya da sahaf) fuarı heyecanlarımı ben yazmaktan bıkmadım ama siz belki okumaktan bıkmışsınızdır. Nasıl taşıyacağız, evde nereye koyacağız sorularını bir yana itip sabah erken saatte Uğur’la (Genç Osmanlıca hocam Uğur Erden) kendimizi ikinci salona attık. Ancak, rahat yürüyemiyorsan, istediğin yayınevlerinden çok, yolunun düştüklerine uğruyorsun. Ama çok sevindirici alışverişlerimiz oldu. Aras’taki sevgili arkadaşlarımın çoğu eksikti ama, kitaplar oradaydı şükür. Sonra bir dostumun el vermesiyle Mıgırdıç Margosyan’ın “Zurna”sı da imzalı olarak geldi. Esas memnuniyet kaynağımı ise Metis ve Everest alışverişleri oluşturdu. Metis’ten çok istediğim birkaç kitapla, bir-iki yeni çıkanı aldım. Everest’ten ise ustaların çevirisiyle George Simenon serisinden, bende olmayanların hepsini. Kızım Elif de Londra’da bende olmayan Peter Robinson’ları getireceğine göre, iyice zenginleştim.

İmzamız bitince Redhouse’a uğradım. Çıkalı epey olmuş ama gözümden kaçmış iki sözlük aldım: eğitim ve sanat terimleri. Bir de, Jill Tomlinson’ın yedi kitaplık dizisi. Sedat’ı tıpkı üç yıl önceki açıyla eğilmiş, çizimleri olan kitapları imzalarken buldum. Tülin Hanım da (Kozikoğlu) bir desteyi bitirdikçe önüne yenisi geliyordu.

Ama gözbebeğim her zamanki gibi TDK standı oldu. Deneme Özel Sayısı bende yokmuş, derginin Sezai Karakoç sayısı da… Tuğla gibi beş kitaba kırk lira verdiğimi de ekleyeyim.

Boyun fıtığım boyunluğuma itiraz edip durdu. Kalabalıkta yürümek berbat bir şey, malum. Ama çok sevdiğim arkadaşlarla birlikteydim. Ahmet, Behçet ve Gaye’nin katıldığı Günışığı panelini de ihmal etmedim. Neyse ki sonra onlara uyup fuarda oyalanmadım, uslu uslu eve döndüm. Zaten saat beş olmuştu.
Ne aydınlık bir gündü! Arkadaşlarımı çok özlemişim ki, çoğunu da kaçırdım, ziyaret edemedim tabii. Gene de benim için o gün güneş TÜYAP’ın içine doğdu!