24 Mayıs 2015

Fatih Altaylı gazeteciliğinden yükselen kötü kokular

Yaşasın kahraman Fatih Altaylı gazeteciliği!

Bütün dünyada görülen örneklerinde olduğu gibi, iktidar güçlenip otoriterleştikçe toplumsal yaşamın bütün alanlarından kendisine daha çok destek ve itaat istiyor, beklenenin tersine artan gücü onu rahatlatmak yerine daha da hırçınlaştırıyor ve muhalefete karşı tahammül sınırlarını azaltıyor. Medya gibi toplum üzerinde büyük etkisi olan bir alan söz konusu olduğunda iktidarların bu alanı kontrol etme çabası çok daha fazla artıyor. Ülkemize baktığımızda, iktidarın, bir yandan, her alandaki gücünü kullanarak, gazetesiyle, dergisiyle, TV’siyle, radyosuyla medya organlarını istediği gibi dizayn ettiğini, direkt kendisine bağlı bir medya ordusu oluşturduğunu, öte yandan, sahibi olamadığı medya kuruluşlarını da her türlü yolu kullanarak kontrol altında tutmaya çalıştığını, çok açık bir biçimde görmekteyiz.

Son olarak iki gün önce Davutoğlu’nun Hürriyet Gazetesi için yaptığı çıkışlara kimse şaşırmamadı çünkü,  telefonla gazetecilerin işten çıkarılmasını sağlayan, istemediği bir haberi kaldırtan, TV programlarını değiştirten, “Alo Fatih” hatları kurarak medya patronu azarlayan bir başbakanımız vardı daha düne kadar. Şaşırmadık çünkü, bu ülkede bir gazetenin ya da TV nin sahibi kim olacak, genel yayın yönetmeni kim olacak, köşelerinde kim yazacak bütün bunların iktidarın en tapesindeki kişi tarafından belirlendiği bir ülkede yaşadık ve yaşamaktayız.

Medyanın durumu böyleyken en göz önünde gazetelerde en üst düzeyde yönetici olmuş, köşe yazarlığı, TV programcılığı yapmış kendi deyişiyle “20 yıldır ekrandayım, 30 yıldır gazeteciyim. 15 yıldır genel yayın yönetmenliği yapıyorum. 20 küsur yıldır köşe yazısı yazıyorum.” diyen Fatih Altaylı, T24’ten Hazal Özvarış’ın sorularını yanıtlamış. Epeyce uzun olan bu röpörtajı okuyunca doğrusu basının, özellikle de basının tepelerinde olup bitenlerle ilgili çok şey öğreniyor insan. Fatih Altaylı’nın sorulara verdiği yanıtlardan, bana çarpıcı gelenleri ve kendi adıma yaptığım çıkarımları sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hatırlarsınız Gezi sürecinin en cıvcıvlı döneminde Altaylı başbakan Erdoğan’ı konuk etmiş, karşısında adeta el pençe divan durup, Erdoğan’ın istediği yanıtları vermesine olanak sağlayacak soruları, yumaşak yumuşak sormuştu. Röpörtajdan öğreniyoruz ki, “Tavrım daha sert olabilir miydi? Olabilirdi. Ama bazen şartlardan bağımsız olamıyorsunuz. Erdoğan karşıma oturunca ben zaten gerildim. Çünkü defalarca gördüğüm, program yaptığım adamdan çok farklıydı. Muazzam bir öfke içindeydi. O yüzden yumuşak bir üslup seçtim. Köprüden atlamak isteyen bir adamı atlamamaya ikna etmek için üzerine mi gidersiniz, alttan mı alırsınız? Ben alttan aldım. Çünkü köprüden hepimizi atabilecek bir ruh halindeydi. İkna etmeye çalıştım.” Bakın ne büyük bir gazetecilik yaptığını gördünüz mü Altaylı’nın, devam ediyor: “O gün benim gördüğüm, daha doğrusu beni korkutan şuydu: Nefret dolu bir adam vardı karşımda. Tahrik etmek istemedim. Orada çok üzerine gidip, kamuoyu önünde zor duruma düşürürsem, çılgınca bir şeyler yapılmasından korktum. Açık söyleyeyim, orada sinirlenip Taksim’e bir operasyon emri vermesinden çekindim. Çünkü gördüğüm adam o noktadaydı. O gün Taksim’de bir olay olsa, Allah korusun 40, 50 kişi ölse, yaralansa tarih “Fatih Altaylı isimli gazetecinin tahrikleri sonucu Gezi olayları çığırından çıktı ve bilmem kaç kişi öldü” diye yazacaktı.” Doğru ya gazeteci sadece haber peşinde koşmakla yetinmez gerektiğinde olabilecek şeyleri önlemek için, alttan alır, dayı der, el öper, diz çöker. Allah korusun ya Erdoğan kızsaydı, düşünsenize, kan gövdeyi götürüdü. Büyük kurtarıcımız sana minnettarız.

“Aydın Doğan’ı suçluyorlar. Peki Aydın Doğan mağdur değil mi? Milyarlarca ceza ödemedi mi? Bu yaşında bunca hakarete, hem de her iki taraftan maruz kalmadı mı? Bakın Aydın Doğan’a bugün söven o gazeteciler var ya, yarın onların herhangi birine “Gel Hürriyet’te yaz” dese Aydın Doğan, alayı koşa koşa gider. “Yayın yönetmeni ol Hürriyet’e” dese kırk takla atarlar.“  Fatih Altaylı atar mı peki takla? Asla. Ama taklalar atacak çok gazeteci var, bunu öğreniyoruz. Şunu öğrenemiyoruz ama, bir işadamının, medya patronu olarak, (başka işleri nedeniyle de) iktidarlarla içli dışlı olup karmaşık ilişkilere girmesinden dolayı yaşadıklarının bedelinin basına ödetilmesi, bu ilişkilerden dolayı özgür basının güme gitmesinin asıl nedeni nedir? Gerçi Altaylı bizzat içinde kalmaya devam etse de, yaşanan sorunların kaynağını görüp, çözüm de öneriyor: “Sermaye grupları, iyi niyetli olanları en azından kendilerini kötü niyetli saldırılara karşı korumak için gazete sahibi olmak istiyorlar. Çünkü gazete sahibi bir ticari rakip, gazete sahibi olmayan bir sermaye grubuna zarar verebiliyor. Büyük sermaye gruplarının medya sahibi olmalarının bir yandan avantajları da var. Daha rahat gazetecilik yapıyorsunuz. Ama normal zamanlarda. Baskı dönemlerinde ise sermaye grupları, gazetecilik faaliyetleri nedeniyle siyasi veya ekonomik baskıya maruz kalınca gazetecilik yapılamaz oluyor. O zaman gazetecilerin bağımsız olabilmek için kendi gazetelerine sahip olmaya ihtiyaçları var.”

Patronu kollamanın sınırı “Toplum menfaati” Altaylı’ya göre, çünkü onun gazetecilikten öte de misyonları var, bunlardan biri de rejim nasıl olursa olsun çok önemli değil, modern bir ülke olarak kalabilmemiz. Herkes, hata yapabilir, o hatalar bir takım hayatlara mal olsa bile, “yayın yönetmeni olarak her yıl binlerce başlık atıyoruz. Kiminin arkasında durabiliriz, kiminin duramayız. Bazen konjonktür, bazen günün ruh hali, bazen dönemin ruhu hatalar yaptırır.” diyor Altaylı. “Bilse yapar mı?” hiç. Acaba “öteletilen” yazamadığı haberi olmuş mu? “Sildim hepsini kafamdanAma haberden çok haberin bakış açısı ile ilgili talepler gelmiştir.” Peki baskılar? “Kimseye ayıp etmek istemem. Ama başka gruplarda medya grup başkanlarının genel yayın yönetmeni kimi yapalım diye Başbakan’a sorduklarını biliyorum. Aslında herkes biliyor. Bu kadarını söyleyeyim yeter. Ama kendi adıma şunu söyleyebilirim. Saraç bazen arayıp “Başbakan şundan çok rahatsız, şuna çok bozulmuş” diyordu ve ben asla inanmıyordum. Saraç, Başbakan’ın adını kullanıyor diye düşünüyor, hatta bunu kendisine de söylüyordum. “Yahu Başbakan’ın işi yok da bununla mı uğraşacak” diye. Tapeler çıkınca şaşırdım. Hakikaten uğraşıyormuş.”  Tapeler çıkmadan önce de Fatih Saraç Erdoğan tarafından azarlanınca, Sağlık Bakanlığı icraatlarını öven yazıları da yine üç kişinin işten atılmasını önlemek için yazıyor Altaylı, ha bu arada zaten beğeniyormuş bu icraatları o ayrı.

Avrupa'da yaptığı bir konuşma nedeniyle avukat Eren Keskin hakkında, "Türkiye'ye döner dönmez ona cinsel tacizde bulunmazsam namerdim", Vatan başyazarı Güngör Mengi’nin eşi Vatan yazarı Ruhat Mengi’yi ima ederek “Baş yazarla yatmakla yazar olunmaz”, son olarak Akşam’da yazan Gülay Göktürk’e “O ordu sizin bacak aranızı koruyor” demesini ise şöyle savunuyor, saygın basın adamımız, özrü kabahatinden büyük adeta: Eren Keskin yurtdışında Türk askerlerini Güneydoğu’da tecavüzcülükle suçlamıştı. Oysa o güne kadar bu yönde açılmış tek dava yoktu. Ben de buna kızdım ve söyledim. Yargılandım. Mahkûm oldum. Ayıp etmişim. Bacak arası meselesine gelince. Ben de size şunu sorayım o halde. Her gün gazetelerde niye onlarca IŞİD’in cariyeleri haberi çıkıyor. Niye köle yapılan, tecavüz edilen, alınıp satılan kadınların haberi çıkıyor? Veya Bosna’da, diğer tarafın askerleri tarafından tecavüze uğrayan, hamile kalan, istemedikleri çocukları doğuran kadınların haberleri… Savaşın mağduru kadınlardır. Ben bunu söyledim. Herkes anlamak istediğini anladı.” Devletin en acımasız katliamlarından biri olan “Hayata Dönüş Operasyonu” için ise “Devlet geç bile kaldı” diye yazan Altaylı şunları söylüyor konu hakkında: “Cezaevlerinde kendini devlete emanet etmiş mahkûmların, birilerinin baskısı altına girmesine karşı olduğum için. Gerçi sonunda devlet kendine emanet edilmiş yaşamları söndürdü ama bunun böyle olacağını, devletin böylesine bir saçmalık, böylesine bir ayıp, böylesine bir rezillik yapacağını tahmin bile edemezdim.” 

Peki hiç mi “yanlış yaptım” dediği şey yok bunca yıldan sonra?
Olmaz mı hiç?

“30 yıllık meslek hayatımda kim bilir daha ne yanlışlar yapmışımdır. Gazeteciyiz diye hatadan azade miyiz? Yahu insan biriyle evleniyor, çocuk yapıyor sonra yanlış yaptığını görüp boşanıyor. Bilerek mi yapıyor bu hatayı? O an doğru geliyor. Demin de dedim ya, dönemin ruhu, o günkü haliniz, iç dış etkileyiciler.”

İşte bu kadar... E olur tabi o da insan. Kolay mı, etki altında. Yaşasın kahraman Fatih Altaylı gazeteciliği !

 

 

@ymbymb

Bu uzun ve çok öğretici söyleşinin ilk bölümünü ve ikinci bölümünü okuyabilirsiniz. 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti