"Müslümanlık ve muhafazakârlık tamamen farklı ve aykırı şeylerdir"

Milli Çözüm dergisinin Şubat ayı sayısında yer alan “Neden Muhafazakârlık arttıkça Ahlaksızlık da Azıtmaktaydı” başlıklı yazıda, AKP iktidarı süreci içerisinde korkunç olayların yaşandığından bahsedildi.

"Müslümanlık ve muhafazakârlık tamamen farklı ve aykırı şeylerdir"

Milli Görüşçülerin çıkardığı aylık dergi Milli Çözüm’de dikkat çeken bir yazı kaleme alındı.

Milli Çözüm dergisinin Şubat ayı sayısında yer alan “Neden Muhafazakârlık arttıkça Ahlaksızlık da Azıtmaktaydı” başlıklı yazıda, AKP iktidarı süreci içerisinde korkunç olayların yaşandığından bahsedildi.

Siyaset Bilimci Ahmet Akgül’ün kaleme aldığı yazıda, kadınların birçok yönden haksızlığa uğradığına ve ezildiğine değinildi. Akgül, muhafazakarlığın arttığı bir dönemde ahlaksızlığın ve kadına şiddetin arttığının altını çizdi.

Bu duruma birçok kesimin sessiz kaldığına değinen Akgül, “Dünyadan bihaber hükümetimiz ve onun Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanı’ndan bir ses, bir tepki gelmiyordu. Kim bilir, belki de onlara göre bu olay, sadece adi bir polisiye vakadan ibaret görülüyordu” diye belirtti.

Ayrıca hükümetin de konuya çözüm üretmediğinin altını çizen yazar “Nerede kedi karikatürleriyle uğraşan bu ülkenin Başbakanı? Yoksa etrafındaki Çin Seddi’nden o da mı olan biteni göremiyorlardı? Nerede bu olayı en iyi anlaması gerekenlerden birisi olan Meclis Başkanı” ifadelerini kullandı.

İşte Milli Çözüm dergisinde yer alan Ahmet Akgül’ün o yazısı:

“6 Nisan 2005 tarihinde ve AKP iktidarı sürecinde ülkemizde korkunç bir olay yaşanıyordu. Maalesef ülkemizde binlerce örneği bulunan; bahtı kara, bağrı yara bir kadın ve kahreden dramı, hepimizi temsil ediyordu. Önceki eşinden boşanıyor, yeni eşi kendisini başka erkeklere pazarlıyordu. Bu zalim adam, zavallı kadının yanında getirdiği küçücük ve masum çocuğa işkence ediyor ve döve döve öldürüyordu! Aile yuvası, toplumun temel taşı çöküyor, ahlak ve namus kavramı can çekişiyordu! Olay Hürriyet’te çıkmasına rağmen (6 Nisan 2005) üçüncü sayfa haberi yaklaşımı dışında, hiçbir yazıya konu olmuyordu. Bir de Vatan Gazetesi bu olaya kısaca değiniyordu. Neredeyse hiçbir köşe yazarı olaya parmak basmıyordu. Vatan Gazetesindeki bir uzman görüşünün dışında hiçbir sosyolog, psikolog, aydın görüş beyan etmiyordu.

Dünyadan bihaber hükümetimiz ve onun Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanı’ndan bir ses, bir tepki gelmiyordu. Kim bilir, belki de onlara göre bu olay, sadece adi bir polisiye vak’adan ibaret görülüyordu.

Halbuki, bu acı ve feci durum gören gözler için, duyarlı vicdanlar için hiç de hafife alınacak, görmezlikten gelinebilecek gibi bir dram değildi!.. Sadece bir avuç duyarlı insanın feryadı; can çekişen vicdanlarımızın çığlıkları ve hıçkırıkları gibiydi…

Nerede bu ülkenin kadın kuruluşları? Niçin susuyorlardı? Asıl konuları ve ilgileri bu tür dramlara dikkat çekmek olması gereken bu yapılar, illa bir ‘provokasyona veya paralı bir şova ya da argo tabiri ile dolduruşa getirildiklerinde’ mi ortaya çıkıp edebiyat yapacaklardı?”

“NEREDE KEDİ KARİKATÜRLERİYLE UĞRAŞAN BU ÜLKENİN BAŞBAKANI”

“Nerede bu ülkedeki Hümanizm Havarisi geçinen şarlatanlar? Onlar için Emirhan ya da annesi Melahat Semiz insan sayılmıyorlar mıydı? Nerede insan hakları savunucuları? Yoksa onların ‘azınlık haklarını’(!) savunmaktan ve taşeronluktan başka misyonları kalmamış mıydı? Nerede Hiroşima’da ölen çocuklar için ağıtlar yakan Zülfü Livaneli gibi sosyalist sanatçıları?

Nerede kedi karikatürleriyle uğraşan bu ülkenin Başbakanı? Yoksa etrafındaki Çin Seddi’nden o da mı olan biteni göremiyorlardı? Nerede bu olayı en iyi anlaması gerekenlerden birisi olan Meclis Başkanı?

Nerede TV’lerde kadın programı yapan ve sunan insanlar? İncir çekirdeğini doldurmayan meseleleri saatlerce tartışanlar!? Yoksa iş ciddiye binince onlar da mı kafalarını kuma gömüyorlardı? Nerede bu ülkenin İslamcıları!? Kendi aralarında tartıştıkları zaman mangalda kül bırakmayan, sonra zoru görünce tornistan edip giden külhanbeyi İlahiyatçıları? Sakalları kesip, gömlekleri çıkarınca İslamcılığı bırakıp eyyamcılığa mı başlamışlardı? Yoksa “Mücahitlikten Müteahhitliğe” mi terfi etmişlerdi?.. Bu ne kötü bir alışverişti! Hani AKP gelecek, dertler bitecekti? Hani Müslümanlar kardeşti? Yoksa paraya, pula, makam ve mala, lüks arabalara kavuşunca harç bitti, yapı paydos mu edilmişti? Din, dava edebiyatı bitmiş miydi? Böyle bir durum kardeşlik mi, yoksa kalleşlik mi, kim cevap verecekti?

Ya sizler!? Ey bu ülkenin milliyetçileri... Siz neredesiniz!? ‘Ne kamusal alanı ulan!’ diye gürleyen sesleriniz niçin kesilmişti! Bu ülkenin ‘VATAN TAŞI’ ile ‘VATANDAŞI’nın haklarını savunmanın aynı şey olduğunu, ‘hatta kimlik erozyonunun toprak erozyonundan daha tehlikeli’ bir hal aldığını ne zaman fark edeceksiniz? ’Benim kavgam kuru bir cihangirlik kavgası değil’ diyen Fatih’in medeniyet tasavvurunu ne gün üstleneceksiniz?

Ya size ne demeli, ey bu ülkenin solcuları ve sosyal demokratları? İşsizlik, yoksulluk, gelir dağılımındaki dengesizlikler, yabancılaşma, sömürü, sosyal çöküş, çevresel ve insani kirlenme, eğitim, sağlık, modernizmin getirdiği problemler, ruhsal yalnızlaşma, kadın ve çocuk hakları, aile... Efendim! Ne diyorsunuz, yoksa anlamadınız mı? Size; bu ülkenin köşe taşlarını yerinden oynatmak için manivela olarak kullanılan sloganlar dışında hiç mi duyarlı ve tutarlı bir tarafınız kalmamıştı?

Siz iyisi mi onları sakız gibi çiğnemeye devam edin bakalım… Ya bu ülkenin muhalefeti? Pardon. Onlar kepenkleri çoktan indirmiş ve tatile çıkmışlardı!

Ve nerede şanlı komutanlarımız?.. Halkın can ve mal güvenliğini, dahili ve harici düşmanlara karşı korumakla yükümlü kurumlarımız ve kurmaylarımız?.. Ne zaman tavır alacaklardı? Bunca kapkaç, hayatları kaybolup giden bunca insan, bunca dram karşısında hangi tedbirlere başvuracaklar (mıy)dı? Harcanıp giden hayatları ve en büyük zenginliğimiz olan insan kaynaklarımızın dejenerasyonunu, ne zaman MGK gündemine alacaklardı?

Nihayetinde biz bir Think Tank (Bilgi Üretme) kurumuyuz. Netice itibariyle tabloyu ortaya koyuyor ve görev çağrımızı yapıyoruz. Yetkinliğimiz ve etkinliğimiz bunlarla sınırlıydı…

Çünkü bu olay, bütün zulüm tarihinin ve onun kadim geleneğinin tüm izlerini taşımaktaydı. Bu olayda Cennet’ten dünyaya gönderilen Hz. Adem’den beri süregelen iyilerle kötülerin mücadelesinin misali vardı. Onun sürgününden izler vardı!.. Bu olayda Habil ve Kâbil’in dramından enstantaneler vardı. Dikkatle bakarsanız; bu olayda ateşe atılan Hz. İbrahim’den bir şeyler vardı. Nemrut gibi kendimizi ve çocuklarımızı kendi ellerimizle ateşe atışımız vardı!.. Bu olayda isyan vardı. Hz. Nuh’un tufanından fırtınalar vardı.

Bu olayda Hz. Yusuf’un kuyuya atılışından, kanlı gömleğinden haber vardı. Hz. Yakup’un hasreti vardı! Bu olayda Hz. Eyyüb’ün sabrı, balığın karnındaki Hz. Yunus’un duası vardı. İnsanoğlunun nasıl zalimlerden oluşunun hikâyesi vardı. Pişman ve perişan oluşun seyri vardı.

Ne yoktu ki bu olayda.!? Bu olayda, insanlığın çarmıha gerilişi vardı. Habibi-i Neccar’ın feryadı vardı;

‘Ey kavmim! Ey insanlar! Size gönderilen peygamberlere tabi olun! Onlara tabi olun ki sizden bir karşılık beklemiyorlar. Onlar kurtuluşa ermişlerdir.’ ayetinin hakikati okunmaktaydı… Evet bu olayda Habib-i Neccar’ın feryadı ve öldürülüşünün dramı vardı, onun çağrısının gerçeği vardı.

Bu olayda Hz. Peygamber’in Mekke’de uğradığı zulmün dramı vardı. Taif’te anlaşılamayışının ve kendilerini rahmete çağırdıkları tarafından hakarete uğrayışının örneği vardı!

Bu olayda cahiliye kalıntısı her şey vardı. İnsanoğlunun cehaletinin, yoksulluğunun, çaresizliğinin dramı vardı. Tutunamamanın, ayağı kaymanın, çamura batmanın, tükenişin, haykıramamanın!.. Çalınmış hakların, yaşanmamış hayatların, doğamamış insanların... Mustaz’aflığın (zayıf düşürülmüşlüğün), insanları aklen, madden, kalben ve ahlaken yoksullaştırmanın soysuzluğu vardı!

Ey siz Nirvana’dakiler! Ey Siyonist ve emperyalist şeytanlar ve uşak ruhlu işbirlikçi köleler! Farkında mısınız, sizler insanları insanlıktan ve zıvanadan çıkardınız! Dinden, imandan, candan, maldan, namustan mahrum bıraktınız! Bu utanç sizin!

Daha bilimsel açıklamalar bekleyenler için dini kavram ve terminolojiye dayalı bu üslubumuz yadırgatıcı gelebilir. Fakat takdir edersiniz ki olayın insani boyutu kuru teorilerle ve salt akılla yapılacak açıklamaları yetersiz kılıyor. Kaldı ki burada kimseye iman telkin etmiyoruz. O başka bir tartışma konusu. Ne var ki Türkiye’yi yönetenler, dinin sosyopolitik, sosyoekonomik ve sosyopsikolojik boyutunu görmezlikten ve anlamazlıktan geliyorlar. Bilerek veya bilmeyerek de ülkenin kuyusunu kazanlara yol açıyorlar. Bu konuyu daha iyi anlamak için sıcak bir olaya, Papa’nın cenaze törenine bakmaları yeterli! Tüm çıplaklığıyla gözlerinin önünde duruyor. Batılıların, Yahudi ve Hristiyan dünyasının huzuru ve kurtuluşu ‘Din’de aradıklarını görmüyorlar. Daha pek çok boyutu olan bu olayda, insanın acıyan yüreği, akan kanı, yitirilen canı vardı. Ve tabi ki bu olayın sosyopsikolojik yönü vardı. İnsanın kendi özünü yitirmesi, içinin çölleşmesi ve kalbinin sevgisizleşmesi vardı!

Ahlaki temele dayalı bir sosyal toplum olmadıkça, birbirimizi boğazlamaktan kurtulamayacağımızı artık ne zaman anlayacağız? Ne zaman hayat ve huzur kaynağımız İslam’la barışacağız? Kısaca, her şey nasıl insan olacağımız ve nasıl insan inşa edeceğimizle alâkalıydı…

Daha söz bitmedi!

Çünkü bu bozuk ve barbar sistemin, bu haksız ve ahlaksız düzenin kurbanı olan zavallı kadın, kahpece katledilen yavrusunun parçalanmış cesedini, korkusundan bir bavul içinde Balıkesir’e taşıyordu! O bavulda; bu ülkeyi yönetemeyenlerin -dikkat edin yönetenlerin değil, çünkü yönetebilselerdi böyle olmazdı- günahları vardı! O bavulda hain yöneticilerin, zalim sermayenin suçları yatıyordu!..

O bavulda; varlığa, hayata, insana dair hiçbir fikri ve derdi olmayanların paradigmalarının iflası vardı. Bugünkü konumlarımızın, bakış açılarımızın, parametrelerimizin yetersizliği vardı o bavulda! Kendimizi gözden geçirmemizin, iş işten tamamen geçmeden, oturup bir nefis muhasebesi ve durum değerlendirmesi zorunluluğu vardı.

Çankaya tepelerinden birkaç kavram, birkaç kelime etrafında dönüp duran açıklamaların, bu ülkeyi anlamaya yetmediğinin göstergesi vardı o bavulda. O bavulda; iç ve dış düşman sıralaması yapan kurumların, bu ülkenin ‘yel değirmenlerinden’ daha ciddi sorunları olduğunu göremeyişleri vardı. O bavulda; %9 kalkınma hızı sağladık, enflasyonu %10’un altına çektik diyerek böbürlenen hükümet çevrelerinin, politikalarının iflası vardı.

O bavulda; bu ülkenin aydınlarının sığlığı, yalakalığın çürümüşlüğü ve toplumun hiçbir sorununa çözüm öneremeyen üniversitelerinin çöküşü vardı. O bavulda; bu ülkeyi soyup soğana çevirenlerin, şerefsizliği vardı. Evet o bavulda, bu ülke soyulurken sesini çıkarmayanların, görevini yapmayanların vebali vardı, duyarsızlığı vardı.

O bavulda; elde ettikleri ‘erk’i ülke ve millet çıkarına kullanması gerekenlerin, kendi keselerini doldurmak için işledikleri suçların faturası vardı. O bavulda; en ufak bir dini tezahürü “laiklik tehdidi” olarak algılayan çevrelerin, ‘laik köklerden, etik değerler üretilemeyeceğini’ bilemeyecek kadar büyük cehaletleri ve hıyanetleri vardı!.. Laisizmi, ‘kutsalsız bir toplum yaratma’ çabalarının gerekçesi kılanların, insanları donatacak ve hayat karşısında savunmasız bırakmayacak bir önerilerinin olmadığı gerçeği vardı o bavulda. Evet, o bavulda siz vardınız, biz vardık! Velhasıl hepimiz vardık o bavulda!

TIPKI TABUT’TA FRANSA KRALLIĞI OLDUĞU GİBİ

Fransız ihtilali öncesi yıllardı. Kral, avenesini de yanına alarak ava çıkmıştı. Dönem; ‘Ekmek bulamazlarsa, pasta yesinler’ zamanıydı. Halk açtı ama kralın keyfi tıkırındaydı. Kral avlanıp eğlenme sevdasındaydı. Az ötede ise bir patika yolda kendisini taşıyan eller üzerinde, açlıktan ölmüş bir köylü tabutta mezara götürülüyordu! Kral sordu: ‘O ne?’

‘Bir Köylü. Ölmüş efendim!’ Dediler… Kral avına devam etti. Hiç aldırmadı bile!.. Yorumcu tarihe notunu şöyle düşecekti.

‘O tabutta Fransız Köylüsü Yoktu. Fransa Krallığı Vardı!..’

Bu ülkenin bütün sorumluları ve sorumsuzları size söylüyoruz! Hâlâ görmüyor musunuz?

‘Emirhan’ın cesedinin taşındığı o bavulda Türkiye Vardı!..’ feryatlarına kulak asılmamıştı…

Ne diyelim; bu milleti imandan, İslam’dan, Kur’an’dan koparanlar utansındı!.. Şehvet ve şöhret’e tapıp, ahlak ve namus kavramını karartanlar utansındı!.. Medine’de kuyumcu Yahudi’nin, Müslüman bir hanımın eteğinin açılıp, edep yerlerinin görünmesine sebep olması olayının: Hz. Peygamberimizce İslam’ın ve insanlığın onuruna yönelik en tehlikeli saldırı sayılması gerçeğini unutturup, namusumuzu, yurdumuzu, ordumuzu ve onurumuzu hedef alan bunca tahrip tahkir ve tacize rağmen; hâlâ Allah Resulûnü ‘Hoşgörü ve Diyalog…’ öncüsü göstermeye çalışan ve hiç utanmadan “Kutlu Doğum Haftası”nı kutlayanlar utansındı! Din istismarıyla iktidara gelip, din ve ahlak tahribatı yapanlar utansındı!

Şimdi yıl 2019… Ve hâlâ AKP iktidardaydı. Ama muhafazakârlık arttıkça, ahlaksızlık da azıtmaktaydı.

‘Esra Erol programında bir kadın, kendisine ve kız kardeşine ağabeylerinin tecavüz edip, gebe bıraktığını açıklamıştı…’

‘Kendi kızına küçük yaştan itibaren yıllarca tecavüz eden baba yakalanmıştı.’

‘Beş çocuklu kadın, öz kaynıyla kaçmıştı…’

‘Kayınvalidesiyle gizli aşk yaşayan damadı, karısını boşamıştı…’

‘Mahalle imamı, caminin özel odasında Suriyeli kadınla basılmıştı.’

‘Altı yaşındaki kız çocuğuna tecavüz eden 60 yaşındaki adam tutuklanmıştı…’

‘Bakım yurdundaki kız ve erkek çocuklara tecavüz eden idareci aranmaktaydı…’

Yengesine, gelinine, teyzesine ve küçük talebesine tecavüze kalkışanlar, kurbanlarını öldürüp, parçalayıp çöp bidonlarına atanlar çoğalmıştı…

İnsanın kanını donduran, vicdanını sızlatan ve yüzünü kızartan bu tür haberler, her geçen gün artmakta, gazete ve TV haberlerinde sıklıkla yer almaktaydı. Toplum hızla yozlaşmaktaydı, ahlaki ve ailevi tahribat yaygınlaşmakta ve daha da beteri bu korkunç gidişat karşısında ilgili ve yetkili makamlar duyarsız kalmaktaydı.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi, son bir buçuk yılda (2017-2018 arası) 21 bin 957 çocuğun kayıtlara 'hamile' olarak geçtiğini açıklamıştı. Kayda girmeyenleri de hesaba katınca rakamlar daha korkunç boyutlara ulaşmaktaydı!

CHP Milletvekili Ali Şeker'in 'istismar sonucu hamile çocuklar' hakkında bilgi almak için yaptığı başvuruya aldığı yanıtla, Türkiye'nin kanayan yarası 'çocuk anne'lerle ilgili korkunç rakamlar ortaya çıkmıştı. Resmi verilere göre, 18 ayda 21.957 çocuk gebe kalmış ve hastanelerde kayıt altına alınmıştı. İstanbul Küçükçekmece'de bulunan Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile İstanbul Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 18 yaş altı gebeliklerin, adli makamlara bildirilmemesi skandalının ortaya çıkması üzerine, konu çeşitli soru ve Meclis araştırma önergeleri ile Meclis gündemine taşınmış, ancak gündeme alınmamıştı. Kendisi de doktor olan Milletvekili, bu sefer de bilgi edinme yasası çerçevesinde CİMER'e başvurmuştu. CİMER'den verilen yanıta göre, 2017 yılı genelinde ve 2018 yılının ilk 6 ayı içerisinde, yani toplamda 18 aylık bir süre zarfında, 21.957 çocuk gebe sayısının kayıtlara geçirilmiş olduğu anlaşılmıştı. Bu verilere göre, ne yazık ki her gün 40'tan fazla çocuğumuz, daha kendileri birer çocukken, okul sıralarındaki derslerini dinlemeleri gerekirken anne olmaya zorlanmışlardı. Ne yazık ki CİMER vasıtası ile edindiğimiz bilgilerde de bazı gerçekler gizlenmeye çalışılmıştı.

2017 yılında, hükümetin bir gece yarısı önergesiyle çocukları tecavüzcüsüyle evlendirerek af getirmeye çalıştığını ve muhalefetin gösterdiği güçlü tepki ile geri adım atmak zorunda kaldığını hatırlatan Milletvekili: ‘Çocuk annelikle mücadele etmek için çaba göstermesi gereken hükümet; gece yarısı kanun önergeleri ile çocuk anneliği, çocuk gelinleri özendiren, istismarcılara af getiren düzenlemeler için uğraş verdi. Okullarda ders kitapları aracılığıyla buluğ yaşına giren (kız çocuğu için 9 yaş, erkek çocuğu için 12 yaş) çocuk kendi başına evlenebilir şeklinde eğitimler verilirken, iktidar suskunluğunu korumayı tercih etti. Kanunu çıkaramadılar ancak adli makamlara bildirim yapmayarak fiili durum yaratıyorlar. Bu tercihin sonu da her gün 40’tan fazla çocuğumuzun anneliğe zorlanması sonucunu doğurdu’ ifadelerini kullanmıştı.

Dr. Ali Şeker’in aşağıdaki soruları, soru önergesi ve bilgi edinme başvurusuna rağmen yanıtsız bırakılmıştı:

1- 2017 yılı boyunca ve 2018 yılının ilk 6 ayında, Türkiye genelinde kayda geçen 18 yaş altı gebe çocuklarımızın yaşlara göre dağılımı nasıldır?

2- Kayıtlara geçen en küçük gebe çocuk yaşı kaçtır?

3- 2018 yılı içerisinde ortaya çıkan ve yukarıda değinilen iki sağlık skandalı da göz önüne alındığında, çocuk gebelerin yetkili makamlara bildirilmesi konusunda hastane yetkilileri ve sağlık çalışanları yalnızca gebe poliklinikleri ve doğumhanelere başvuran vakaları dikkate almaktadır. Gebe polikliniği ve doğumhanelere başvuran çocuk gebelerin yanı sıra, çocuk polikliniği başta olmak üzere diğer branş ve polikliniklere başvuran çocuk gebelerin takip ve tespiti için alınan önlemler var mıdır?

4- 2017 yılı boyunca ve 2018 yılının ilk 6 ayında gebe polikliniği ve doğumhaneler dışındaki diğer polikliniklere ve branşlara başvuran ve gebe oldukları tespit edilen 18 yaş altı çocuk gebe sayısı kaçtır? Bu çocuklarımızın illere ve hastanelere göre dağılımı nasıldır?

5- Bu çocuklarımızın kaçı ile ilgili olarak sorumlu Sosyal Hizmetler Uzmanı vasıtasıyla İl Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şubesi’ne bildirim yapılmıştır?

İşin daha da kötüsü, görünüşte muhafazakârlık ve din istismarcılığı, yani sahte ve sözde dindarlık arttıkça, toplumdaki ahlaki ve ailevi yozlaşma daha da azıtmaktaydı!

“Gündelik tartışmaların ve yandaş medyanın sihirbazlığı arasında-içinde gözden kaçan bir haber yayınlanmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2017-2021 yılları için hazırlanan stratejik planda, Türk toplumunda dine olan ilgi arttıkça, ahlaki değerlerin aşındığı vurgulanmıştı. Maalesef toplumunun ahlaken korkunç bir yozlaşma sorunu yaşadığı saklanmaktaydı. Resmi rakamların gösterdiği üzere, hırsızlık, gasp, tecavüz, cinayet vb. adi suçlar nüfus artış hızından çok daha yüksek bir oranda artmaktaydı. Kadın cinayetlerinde ve ‘iş kazası’ diye geçiştirilen ihmal ölümlerindeki artışlar, artık normal karşılanmaktaydı. Okullarda, öğrenci yurtlarında ve ıslahevlerinde çocuk tacizinin, sanılandan daha yüksek düzeyde olduğu konuşulmaktaydı.

Ama muhafazakârlık yani şekilci ve şuursuz Müslümanlık ve din istismarcılığı ise sürekli tırmanıştaydı. Yani AKP iktidarları boyunca aslında muhafazakârlaştıkça ahlaksızlaştığımız ortaya çıkmıştı. Türk toplumu Özal’dan bu yana üretimden kopan, borçlanan, dışarıdan bulduğu sıcak para ile içeride tüketimi pompalayan, kolay kazancı, bedavacılığı, devleti soymayı ve faizli kredi alıp, üstüne yatmayı gözü açıklık sayan bir bozuk düzene alıştırıldı. Devletin elindeki kamu iktisadi teşebbüsleri satıldı ya da kapatıldı. Eğitim sistemi laçkalaştı. İnsan kaynaklarının nitelikçe yükseltilmesine yönelik hiçbir çaba harcanmadı. Özal’dan Erdoğan’a uzanan çizgide uygulanagelen neoliberalizm, bireyciliği, çıkarcılığı, hayatın her alanında kalitesizliği doğurmaktaydı. Yükselen işsizlik, yoksulluk ve çıkarcılığın vardığı kültürel sonuç, ahlaki yozlaşmayı tırmandırmıştı. Artık Türkiye ekonomisini elinde tutanlar, sanayi ile ilişkileri olmayan, yani üretmeyen rantiyeciler, faiz ve borsa spekülatörleri olmaktaydı. Ülkemizin var olan zenginliği, toplumsal kesimler arasında korkunç bir gelir adaletsizliği içinde dağıtılmakta, toplumun büyük kesimi devlet yardımı denen sadaka gelirleriyle yaşamaya alıştırılmıştı.” tespitleri haklıydı. Ama bu durumdan yakınan insanların, ülkemizin maddi ve manevi kalkınması için hayatını harcayan Erbakan Hocaya karşı olumsuz ve onursuz tavırları da unutulmamıştı.

Televizyon programlarında, gazete sayfalarında, haber portallarında ve sosyal medyada, her türlü ahlaksızlığın ve porno yayınlarının pervasızca sergilendiği bir ortamda, özellikle gençler arasında görülen ahlaki çöküntünün, toplumun geleceği açısından son derece büyük tehlike ve tehditler oluşturduğu hâlâ dikkatlerden kaçırılmaktaydı.

Ne yazık ki, toplumun tamamı başta olmak üzere ve özellikle gençlerimize, medya kanalıyla kendi öz değerlerinden yoksun kişilerin yaşam tarzları imrenilecek tarzda sunulmaktaydı. Özellikle ve bilinçli bir şekilde, okul hayatını konu alan dizi ve programlarla ahlak ve maneviyat tahribatı yapılmaktaydı.

Maalesef; ülkemizde, tüm toplumsal yapı ve kurumlarda ciddi bir ahlak krizi ve vicdan erozyonu ile karşı karşıya bulunmaktayız. Sadece kamu kurum ve kuruluşlarında değil, tüm toplumsal katmanlarda bu kirliliğin ve yozlaşmanın giderek arttığını ve hatta kurumsallaştığını görmekte ama göz yummaktayız. Bu ahlak krizi ve maneviyat erozyonu en başta siyasal alanda yaygındır. Siyasal kültürün dejenerasyonu ve siyasal yozlaşmaların yaygınlaşması, ülkemizde dini ve ahlaki değerleri de, demokrasiyi de ciddi anlamda bozmaktadır. Bunun yanı sıra siyasal ahlaksızlıklar toplumun diğer alanlarında da ahlak sorunlarını gündeme taşımaktadır.”

“HERKES AHLAKLI OLMAYINCA HİÇ KİMSE AHLAKLI KALAMAZ”

“Siyasal alan dışında, medya sektörü de bir ahlak krizi ile karşı karşıya bulunmaktadır ve hatta ahlaki yozlaşmayı pompalamaktadır. Çağdaş demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak anılan medyanın gücü ve toplumsal yaşam üzerindeki olumsuz etkileri, akıl almaz bir hızla artmaktadır. Bu bakımdan medya ahlakının yeniden tesis edilmesi önem taşımaktadır. Siyaset ve medyada yaşanan kirlilik ve yozlaşmalar dışında, ülkemizde iş dünyasında da ahlak sorunu ile karşı karşıya bulunmaktayız. Serbest piyasa ekonomisinde ‘iş ahlakı’ ya da ‘firma ahlakı’ ile ilgili kanun ve kuralların yokluğu yeni sorunları doğurmaktadır. Örneğin; vergi kaçakçılığı, tüketici haklarının yeterince korunamaması, çevreye karşı gerekli duyarlılığın kaybolması ve benzeri sorunlar giderek ciddi boyutlara varmaktadır.

Eğitim ve bilim dünyasında da ahlaki değerlerin giderek dejenerasyona uğradığı bir süreç yaşanmaktadır. Benzeri ahlaki çöküntülerin toplumun diğer katmanları için de yaygınlaştığı açıktır. Örneğin; hukuk devleti anlayışında bir yozlaşma yaşandığı, bunun sonucu olarak adalet ve yargının işlemez durumda olduğu ortadadır.

Özetle, ülkemizde son yıllarda tüm toplumsal yapı ve kurumlarda bir ahlak erozyonu giderek yaygınlaşmaktadır. Siyasetten medyaya, iş dünyasından eğitim ve bilim dünyasına kadar uzanan tüm katmanlarda, gözle görülür ve hissedilir bir deformasyon ve dejenerasyon yaşanmaktadır. Toplumsal kirlilik ve yozlaşmalar hızla yaygınlaşmakta ve giderek kurumsallaşmaktadır.

‘Ahlak İlkeleri’ (The Principles of Ethics) adlı eserinde Herbert Spencer (1820- 1903)’Herkes ahlaklı olmayınca, hiç kimse ahlaklı kalamaz!’ diye yazmaktadır. Yani Kur’an ayetlerinin ve Hadis-i Şeriflerin bildirdiği gibi, birinin ahlaka uygun olmayan davranışlarda bulunmasına, diğerlerinin gerekli ve yeterli tepkiyi koymaması durumunda ahlak dışı (gayri ahlaki) davranışlar artacaktır. 19. yüzyılda yaşamış büyük liberal filozoflardan biri olan Spencer’in ahlak konusunda verdiği mesaj oldukça açıktır; bir kişinin ahlaklı olması, ya da bir tek alanda ahlaka uygun olan davranışların bulunması yeterli olmamaktadır, tüm alanlarda ahlaka uygun ilkelerin ve standartların yürürlükte olması şarttır.

‘Balık baştan kokar’ atasözünün verdiği mesaj açıktır. Örneğin, bir şirket yönetiminde ya da devlet yönetiminde eğer lider ve üst yöneticiler ahlaka uygun davranmazlarsa, o zaman şirket ya da devlet kuruluşunda görev yapan diğer çalışanların ahlaka uygun davranması söz konusu olmayacaktır. En azından üst yönetimin, kendi altlarında çalışanlardan ahlaka uygun davranış ve eylemlerde bulunmalarını bekleme hakkı olmayacaktır. Özetle; liderlik ve yönetim ahlakı, organizasyon ahlakı için gerekli bir şarttır. Fakat, yeterli bir şart değildir... Bir organizasyonda ahlaktan söz edebilmek için liderlik ve yönetim ahlakı yanı sıra başlıca şu ahlaki altyapıların da bulunması lazımdır.[1]

1- Sistem ve nizam ahlakı: Toplumun bağlı olduğu anayasaların, kuralların, normların, standartların; hukuka, ahlaka ve temel insan haklarına uygun olması lazımdır.

2- İktidar ahlakı: Ülke yönetiminde söz sahibi olan etkili ve yetkili kadroların, şahsi makam ve çıkarları uğruna haksızlık ve ahlaksızlığa kaymaları, derece derece tüm toplum katmanlarını saracak ve sarsacaktır.

3- İnsan ahlakı: Toplumu oluşturan bireylerin de her konumda Hak’ka ve ahlaka uygun davranışlarda bulunması şarttır. Bunun için de en başta toplumu oluşturan ailelerin ve bu ailede yetişen bireylerin ahlaklı yetiştirilmeleri lazımdır. Toplumun yönetildiği siyasal sistemin ve aynı zamanda ekonomik düzenin ahlaki olması için, eğitim sisteminin ve kanaat önderlerinin Milli ve manevi değerlere göre hizmet vermeleri şarttır. Diniyle düzeni uyuşmayan bir toplumun yozlaşması kaçınılmazdır. Ahlaksız Batı'nın Haçlı dayatmalarını, AB uyum yasaları olarak Meclis'ten tıkır tıkır ve tartışmasız geçiren bir iktidarın, sinsi tahribatları sonucunda halkın bu denli yozlaşması doğal karşılanmalıdır.

Sayıştay, çoğu AKP’li belediyelerde olan büyük çaplı yolsuzluklar tespit ediyor, ama savcılar harekete geçmiyordu!

Çoğu AKP’li belediyelerdeki yolsuzluklarla ilgili Sayıştay’ın 2013 raporlarını ve tespitlerini ihbar kabul eden savcılar 1522 belediyeye soruşturma başlatmıştı. Ancak Sayıştay’ın 2017 raporlarından dolayı hâlâ harekete geçen olmayışı kafaları karıştırmaktaydı. Sayıştay, belediyelerdeki yolsuzluk ve usulsüzlükleri bir bir gün yüzüne çıkardığı halde savcıların sessizliğini koruması ‘yargının siyasallaşması’ olarak yorumlanmıştı.

Evet, yolsuzluklar ortaya çıkmıştı, ama harekete geçen yoktu! Son günlerin en dikkat çeken gündemi, hiç şüphesiz Sayıştay’ın raporlarıydı! Sayıştay, çoğu AKP’li belediyelerdeki yolsuzluk ve usulsüzlükleri bir bir ortaya koyarken, savcılar ise harekete geçmek yerine sessiz kalmayı tercih ediyorlardı! Bundan 5 yıl önce (2013) Sayıştay’ın raporları savcılar tarafından ihbar kabul edilirken, Sayıştay’ın 2017 raporlarında tespit ettiği usulsüzlük ve yolsuzluklar hakkında hâlâ işlem başlatılmaması nasıl okunmalıydı? Sayıştay’ın kamu kurum ve kuruluşları denetleyen raporları Türkiye’nin gündemindeki yerini korumaktaydı. Özellikle belediyelerle ilgili yolsuzluk ve usulsüzlüklerin öne çıktığı raporların konuşulduğu dönemde, aniden Sayıştay Başkan Yardımcısı Fikret Çöker’in görevden alınması kafalarda soru işaretlerine yol açmıştı. Yerel seçimlere kısa bir süre kala Sayıştay’ın belediyelerdeki kirli çamaşırları ortaya dökmesi, AKP iktidarını zora sokarken, savcılar şimdilik sessiz kalmaktaydı.

2013 yılında bin 382 belediye hakkında soruşturma açılmıştı

Sayıştay’ın 2017 denetim raporlarına göre hemen hemen kırık not almayan belediye yokken, Sayıştay Başkan Yardımcısının aniden görevden alınması ise şüpheleri artırmıştı. Sayıştay’ın 2013 raporundaki tespitlerini ihbar kabul eden savcılar, yolsuzluk ve usulsüzlüklerden dolayı bin 382 belediye hakkında soruşturma açmıştı. Sayıştay’ın 2017 raporlarından sonra savcılıkların şimdiye kadar hiçbir belediye hakkında soruşturmanın dahi başlatılmaması yargının, iktidarın güdümüne alındığının ispatı mıydı?

Hatırlanacağı üzere Sayıştay’ın 2017 belediye denetim raporlarına göre, hesaplarda milyonlarca liralık açık görülmesi, belediyelere ait binaların kayıtlara geçirilmemesi, yasalara aykırı görevlendirmeler saptanmıştı. Özellikle 1 metrelik hortuma 78 TL ödenmesi, 33 kuruşluk oyuncak için 60 TL ödenmesi ve aşırı yakıt tüketen araçlar gibi birçok usulsüzlük ve yolsuzluk raporlara yansımıştı. Ayrıca raporlar; Tayland’a teknik gezi düzenlenmesi, kamu araçlarıyla tatile gitme ve özel işlerinde kullanma gibi belediyelerin vatandaşın parasını har vurup harman savurduğunu açığa çıkarmıştı. Ancak belediyeler kamuya ait paraları yandaşa peşkeş ederken, hiçbir savcının hâlâ harekete geçmemesi, AKP iktidarının iç yüzünü ortaya koymaktaydı. (10.11.2018 – Milli Gazete) İşte ülkemizdeki ahlaki yozlaşmanın altında bu bozuk anlayış ve yaklaşım yatmaktaydı.

AKP iktidarı Şeker Fabrikalarını satıyor, yerine cezaevi kuruyordu!

AKP Yozgat Milletvekili’nin yaptığı açıklamayı, önemine binaen dikkatlerinize sunuyorum. AKP’li Vekil diyor ki; ‘Yakın zamanda açılışını yapacağımız Yozgat Cezaevi’nin inşaat alanında incelemelerde bulunduk. 4 bin kişinin yatacağı, 2.700 personelin istihdam edileceği ve bacasız fabrika gibi çalışacak cezaevinin hayırlı olmasını diliyorum.’ Dikkat buyurun yapılacak cezaevinde 4 bin kişi yatacak, 2.700 personel çalışacak ve böylelikle Yozgat; 4 bin suçluyu barındıran il olarak kalkınmış olacakmış. Yozgat’ta, binlerce insanı ilgilendiren şeker fabrikası, Nisan ayındaki özelleştirmede 275 milyon liraya satılmıştı. Şimdi 110 milyon liraya Yozgat Cezaevi yaptırılmaktaydı. Kırşehir şeker fabrikasını 330 milyon liraya satan hükümet, aynı Kırşehir’e KDV’si içinde 338 milyonluk cezaevi konduracaktı. Bu yamuk kafalara göre, Kırşehir, Yozgat’a bakarak daha fazla kalkınmış olacaktı! Fabrika satmayı başarı, cezaevi açmayı yatırım sanan bir iktidarımız vardı. Ne kadar övünsek azdır değil mi?[2]”

“MÜSLÜMANLIK VE MUHAFAZAKÂRLIK TAMAMEN FARKLI VE AYKIRI ŞEYLERDİR”

“Yeri gelmişken ‘Muhafazakârlık’ kavramının bir tanımını da yapmamız gerekmektedir.

Muhafazakârlık; ‘tutuculuk, statükoculuk, atadan-babadan devralınan gelenek ve görenekleri sorgulamadan koruyuculuk’ demektir.

Muhafazakârlık; alışılagelen hayat tarzını, yaşayıp uyum sağladığı devlet ve siyaset nizamını, din adına uygulanagelen ruhsuz ve şuursuz tören ve tatbikatları, ‘doğru mu yanlış mı, yararlı mı zararlı mı?’ diye akıl ve ilim süzgecinden geçirmeden aynen kabullenip, taklitçilik ve şekilcilik olarak yerine getirmektir.

Muhafazakârlık: ‘uydum kalabalığa, doydum alabalığa’ mantığıyla hazıra rıza göstermek, kolaycılığı tercih etmek, olumlu değişimlere ve onurlu dönüşümlere direnmek ve özellikle risk ve özveri gerektiren gayretlere hiç girişmemektir.

İnanç ve ahlak değerlerine, haklı ve hayırlı prensiplerine bağlı kaldıkları için Müslümanlara da muhafazakâr denmesinin münasip düştüğünü söyleyenler olsa da, aslında Müslümanlıkla muhafazakârlık tamamen farklı ve aykırı şeylerdir. Nefsanî dürtülerine ve şeytani beklentilerine göre birtakım eklemeler ve eksiltmeler yapılarak, özellikle cihat şuuru, Hak ve adaleti hâkim kılma sorumluluğu çıkarılarak yozlaştırılmış ve “Ilımlı İslam” kılıfı takılmış bir yaklaşım ve yaşam tarzını hırsla ve heyecanla korumak, aslında Batılıların savunup sahiplendiği Muhafazakârlığın ta kendisidir.

Müslümanlar, gerici ve bozuk durumu muhafaza edici değil; ileri düşünceli, değişimci, Hak ve hayır adına devrimci bir ruha sahiptir. Peygamber Efendimizin:

‘İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır. Bugünü dünden geri olan hüsrandadır’ Hadisi bu gerçeği işaret etmektedir. Hatta İmamı Gazali, Hz. Peygamberimizin: “Her gün yetmiş (veya 100) sefer tevbe ettiğini” belirten Hadis-i Şerifi; “Manen, ruhen, ilmen ve ahlaken sürekli yükselen ve değişim geçiren Efendimizin, bir alt dereceden daha üst mertebeye eriştiğinde, önceki vaziyetinden terfi etmesi” şeklinde izah etmiştir. Çünkü terfi, bir üst makamı tercih ve terakki etmek yanında, önceki makamı da terk ve tevbe etmeyi gerektirir.

Muhafazakârlığın esası; taklitçilik, gelenekçilik ve ataperestliktir.

‘Ne zaman onlara “Allah’ın indirdiklerine tabi olun (bâtıl ve bozuk bağımlılıklardan kurtulun)” denilse, onlar: “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (gelenek ve göreneğe) uyarız” derler. (Peki) Ya ataları aklı bir şeye (gerçeğe) yatmayan ve doğru yolu da bulamayan (kimseler) idiyse?’ (Bakara: 170) ayetleri bu muhafazakârlık anlayışını reddetmektedir.

‘Onlar, 'çirkin bir hayâsızlık' işlediklerinde: ‘Biz atalarımızı bunun üzerinde bulduk. Bunu bize Allah emretti’ derler. De ki: ‘Şüphesiz Allah, 'çirkin hayâsızlıkları' emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?’ (A'raf: 28)

‘De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?’ De ki: ‘Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.’ Bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız.’ (A'raf: 32)

‘De ki: "Rabbim yalnızca çirkin-hayâsızlıkları -onlardan açıkta olanlarını ve gizli yapılanlarını- günahlara bulaşmayı, haklı nedeni olmayan 'isyan ve saldırıyı', kendisi hakkında ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah’a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri uydurmayı haram kılmıştır.’ (A'raf: 33)

‘Öyleyse, Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya ayetlerini yalanlayanlardan daha zalim kimdir? Kitaptan kendilerine bir pay erişen (ve bilgiç geçinip dini hükümleri dejenere eden) bunlardır. Nihayet elçilerimiz, hayatlarına son vermek üzere kendilerine gittiklerinde onlara diyecekler ki: ‘Allah'tan başka taptıklarınız (menfaat umarak ve zararından korkarak kendilerine sığınıp uşaklık yaptıklarınız, hani) nerede?’ ‘Onlar bizi (yüzüstü) bırakıp-kayboldular’ diyecekler. (Böylelikle) Bunlar, gerçekten nankör kâfirler olduklarına kendi aleyhlerinde şehadet ettiler.” (A'raf: 37) gibi ayetler muhafazakarlığı, yozlaştırılmış ve hurafeler bulaştırılmış taklitçi din anlayışını kötülemektedir.

Bugün ‘İslam’ı ılımlaştırma’ safsatası, dinler arası diyalog ve uzlaşma salatası çerçevesindeki girişimler, Müslümanları yozlaşmış Yahudilik ve Hristiyanlıkla aynı potaya sokma gayretleridir ve özellikle ılımlı İslamcı yazarların ‘Muhafazakâr Müslümanlığı’ savunmaları bu yüzdendir.

Bir zamanlar Batılı ajansların, Lübnan’daki iç savaşı aktarırken kullandıkları: ‘Sağcı Hristiyanlar ve solcu Müslümanlar’ yakıştırması unutulmuş değildir ve çok önemli mesajlar içermektedir.

Cenab-ı Hak; Kur’an-ı Kerim’de, Müslümanları ‘Hanifler’ olarak tarif etmektedir. (Bak: Al-i İmran: 67 Hacc: 30-31)

Hanif (Hanife): Bir şeye meyletmek, mevcut durumdan daha uygun ve olgun bir düşünce ve davranışa yönelmek anlamına gelir.

Cahiliye müşrikleri, tek Allah’a inanan, sünnet olan ve usulünce Hac yapan kişilere, Hz. İbrahim’in Dini üzere olduklarını belirtmek üzere “Hanif Müslim” derlerdi.

‘Gerçek şu ki: İbrahim (AS. tek başına) bir ümmetti; Allah’a bütünüyle ve gönülden yönelip itaat eden (ganiten) bir HANİF’ti (Muvahhid bir mü’mindi, mevcudu muhafaza edici değildi). Müşriklerden olmaya tenezzül etmemişti.’ (Nahl: 120)

Yani bu ayetler; HANİF MÜSLİM olmanın ilk şartının; eski düzene ve köhnemiş zihniyete başkaldırmak, aklını ve vicdanını kullanarak tağuti rejimlere, putlar ve tabular sistemine savaş açmak olduğunu belirtmekte ve bâtıl muhafazakârlık düşüncesine karşı onurlu ve şuurlu mücadelenin simgesi olarak Hz. İbrahim’i (AS.) göstermektedir.

Dikkat ediniz, Erbakan’ın Milli Görüş Hareketini sürekli ‘fitnecilik’le suçlayan ve savaş açan malum güçler ve yerli işbirlikçi çevreler; Menderes’i, Demirel’i, Özal’ı ve AKP’yi hep ‘Muhafazakâr’ olarak nitelemiş ve desteklemiştir. Bugün birçok cemaat ve tarikatın kendilerini “muhafazakâr” olarak tanıtması, işte o malum güçlerin hizmetinde olduklarını göstermek içindir. Hatta Fetullahçı Cemaate mensup İlahiyatçıların, Siyonizm’e ve emperyalizme dikkat çeken ve cihat şuuru veren bazı ayetlere, ‘Dinlerarası Diyalog ayarı’ vererek; asıl anlamından ve amacından saptırmaya çalışmaları, hayret ve nefretle izlenmektedir. Evet, bizler Batılı ve bâtıl anlamda bir muhafazakâr değil, İslam’a bütünüyle sahip çıkan mü’minleriz.

Odatv.com

"Müslümanlık ve muhafazakârlık tamamen farklı ve aykırı şeylerdir" - Resim : 1

"Müslümanlık ve muhafazakârlık tamamen farklı ve aykırı şeylerdir" - Resim : 2

muhafazakârlık Erbakancılar Ahmet Akgül arşiv