Kaygı ve depresyonun bu denli ciddi bir sorun olarak günümüz insanının karşısına çıkmasının en önemli nedeni, duygularla ilgili yaşanan kafa karışıklığı olsa gerek. Kişisel gelişim endüstrisinin duyguların kolayca manipüle edilmesinden faydalandığı açık. Yeterince telkin ve haplar aracılığıyla bu bir nebze başarılıyor, geçici de olsa.

ÖTEKİYLE İLİŞKİ

Derrida, ‘Gün Doğmadan’ adlı, Roudinesco ile yaptığı bir söyleşi kitabında, duyguyu canlının ötekiyle olan ilişkisi olarak tanımlamıştı, aynı zamanda bir öteki olarak kendisiyle ilişkisi. Bunu bir makinenin herhangi bir formül ya da hesaplamayla yapamayacağını söylemişti. Bir makine bilinçdışı olmayacaktı, yani kendisiyle ilişkisini bir öteki olarak deneyimleyemecekti. Yapay zekâyla ilgili tartışmalarda da, bir bilgisayarın Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ adlı yedi ciltlik dev yapıtından daha iyisini gerekli veriler girildiği taktirde yazabileceğine dair görüşe psikanalist Roudinesco da aynı gerekçelerle karşı çıkıyordu. Ama öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar makinelere özenir ve onlara benzemeye çalışırken, makineler de insansılaştırılmak isteniyor. Mesele gerçekten Proust’tan daha iyi yazan bir yapay zekâ mı geliştirmek? Bir makine tarafından kusursuz yazılmış bir romanı okumanın nasıl bir anlamı olacak? Derrida’nın tam da ‘duygu’yu tanımlarken söylediği gibi, bunun olması mümkün değil. Peki ama neden böyle bir şey arzulanıyor? Roudinesco’ya göre bunun nedeni, simgesel, anlamlı ya da tutkusal bir evrene bağlı ruhsal özerkliğimizi yitiriyor oluşumuz. Ruhsal özerklik, ancak ötekiyle kurduğunuz bağla mümkün olabilir ve o bağ ciddi zarar görmüş durumda.

DUYGU POLİTİK

Duygu hakkında Brian Massumi’nin ‘Duygu Politikası’ adlı kitabı da ufuk açıcı bilgiler veriyor. Duygunun sanılanın aksine bireysel ve asosyal değil toplumsal ve politik olduğu üzerinde duruyor yazar. Massumi, duygunun salt psikoloji içinde ele alınamayacağının, birey ötesi olduğunun altını çiziyor. Bir Spinozacı olarak Massumi, duygunun özellikle ‘karşılaşma’larla ortaya çıktığı gerçeğinden hareket ediyor. Şöyle yazmış kitabın sonlarına doğru: “Özneler, varsayılan içselliklerinin kişisel sığınağında kendilerini iyi hissederler (ya da hissetmezler). Duygu ise dünyayı hisseder. Doğası gereği maceraya açıktır, maceralarsa daima zorluklar içerir. Maceranın neşesine, zorluğu olumlamadan, onu yaratıcı bir şekilde üstlenmeden ulaşılamaz.” ‘Dünyayı hissetmek’ sözü, pek çok şeyi özetliyor aslında. Dünyayı hissetmek, çoğu kişi için korkutucu. Salgın hastalıklar, hayvanlara uygulanan şiddet, savaşlar, krizler… Umutsuzluk hissi baskın olunca, dünyadan geri çekilip dijital dünyaya yönelmek bir çözümmüş gibi tercih edilebiliyor. "Gazete okumuyorum, TV’de haber izlemiyorum, çünkü hep aynı can sıkıcı şeyler oluyor" diye düşünenler az değil. Çünkü yaşadıkları duyguda ortaklaşabilecekleri mecralar azaldı ya da hayal kırıklıkları risk almalarını engelliyor.

BOŞLUK

Duygularımızı önemsememek ya da onları kolayca manipüle edilebilir şeyler olarak görüp değersizleştirmek, boşluk hissine neden olur. Boşluk, dünyayı hissedememek, en acı verici hislerden biri olsa gerek. Alışveriş, abur cubur yiyecek gibi şeylerle doldurulmaya çalışılan ama bir türlü dolmayan bir boşluk… Boşlukta anlam yoktur, özgürlük zaten olmaz. Deleuze, dünyayı hissetmeyi, daha da derinleştirerek bize gereken şeyin yeniden dünyaya inanmanın bir yolunu bulmak olduğunu yazmıştı. Dünyaya, ancak onu hissedebilirsek inanabiliriz.