Dünyanın Uğultusu’nda savaş, işsizlik ve yalnızlık

Behçet Çelik’in kaleme aldığı 'Dünyanın Uğultusu' İletişim Yayınları tarafından bir kez daha okurla buluştu. Hayatın dili ile edebiyatın dilini harmanlayan Çelik 'Dünyanın Uğultusu'nda yalnızlıktan ödü kopan karakterin kendisiyle baş başa kalmasını katman katman oluşturuyor.

Google Haberlere Abone ol

Dila Taşçı

Yazdıklarıyla bugüne dek Sait Faik Hikâye Armağanı ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Behçet Çelik’in yayımlanan ilk romanının adı Dünyanın Uğultusu. Bu roman, her ne kadar cep telefonlarının hayatlarımıza hâkim olmadığı ve iş arayanların, internetteki iş ilanlarından değil de gazetelerin renksiz sayfalarında yayınlanan iş ilanlarından medet umduğu bir zaman diliminde geçse de, bugüne ve günün getirdiklerine hiç de uzak kalmayan kuvvetli bir yanı var. Okudukça, “Dünyanın uğultusu bugün de aynı işte, hiç değişmemiş, hatta daha da şiddetlenmiş” dedirtiyor okura.

Kitapta kahramanlarımız Ahmet, Aynur ve Ayla üzerinden döneme, sisteme, belki asırlar sürecek sorgulamalara şahitlik ediyoruz. Hikâye, Ahmet’in zaten mutsuz hissettiği işinden çıkarılmasıyla başlıyor ve daha sonra hayatına tesadüfen giren iki kadın karakterin hayat karşısında takındıkları tavırları anlamlandırmaya çalışmasıyla bizi de uzak kaldığımız ya da farkına varamadığımız o sorularla beklemediğimiz anda karşı karşıya bırakıyor.

Dünyanın Uğultusu, Behçet Çelik, 275 syf., İletişim Yayıncılık, 2019.

Romana kasvetli bir hava hâkim; bu hava, mevsimin kışa dönmesiyle, kahramanlarımızdan Ahmet’in bu dönemde işten çıkarılmasıyla, hemen öncesinde beraber yaşadığı kadının evden ve Ahmet’in hayatından çıkmaya karar vermesiyle ve yalnızlıktan ödü kopan karakterin kendisiyle baş başa kalmasıyla katman katman oluşturulmuş. Ahmet kendinin tanımladığı şekliyle “iradesi kuvvetli” biri olamamış hiçbir zaman; üniversitede devrimcilere, antimilitarist hareketlere hep sempati duymuş, o gençlerin kendilerini bir amaca adamalarını kutsal görmüş, ancak kendi bu sorumluluğu duymamış, duysa bile korktuğu için susmuş. Romanın bir yerinde geçen şu ifade, Çelik’in perspektifinin farklılığını ortaya koyması açısından önemli: ‘’Bir keresinde bir arkadaşı o kadar ısrarla üzerine gelmişti ki neredeyse, ‘Sizinle beraber olur da karakola düşersem, bildiğim her şeyi anında söylerim,’ deme noktasına gelmişti kurtulmak için, zor tutmuştu çenesini. Doğruydu bu. Yapabilirdi. Neyse ki sessizliği de ötekine bir şeyler söylemişti; gerek kalmamıştı korkaklığını itiraf etmesine.’’ (s. 29) Bu romanın farkı belki de tam burada; kahramanlar yok, kahramanlığa övgü yok. Çelişkilerini tamir edememiş, arada kalmış, net kararlar verip alternatif yaşamların inşası için çalışamamış, ama böyle insanlarla arkadaşlık etmiş ve onların ardında ağır bir hüzünle kalakalmış insanlara eğiliyor yazar ve en “radikal” olanların bile nasıl çoluk çocuğa karıştığını, nasıl sakıncasız bir beyaz yakalıya dönüştüklerini gösteriyor.

Romandaki diğer ana karakterlere gelince, onlardan biri olan Aynur’un daha halktan ve geleneklerle büyütülmüş bir tip olarak karşımıza çıktığını, Ayla’nın ise daha gizemli kaldığını, yaşamına dair neredeyse hiçbir bilgi vermediğini, bu yönüyle bir orta sınıf ahlakı barındırdığını söylemek mümkün; öyle ki Ayla, içten olmak istese bile içten değildir.

İŞSİZLİK OLGUSUNA 3 AYRI CEPHEDEN BAKIŞ

Ahmet, Aynur ve Ayla toplumdur bu anlatıda. Hepsi bir kesimi temsil eder. Behçet Çelik, temele yerleştirdiği işsizlik olgusuna karakterler üzerinden üç ayrı cepheden bakmış ve bu üç cephenin bakışını yansıtmış. Ahmet için ekonomik krizin matematikle hesaplanabilir net sebepleri vardır, yanlış atılımlar, iyi yönetilemeyen süreçler doğurmuştur krizi. Ayla mistik bir gücün sebep olduğu şeklinde açıklar bunu ve krizden bir fırsatın doğduğunu, ancak insanların görmediğini söyler. Aynur için ise bunlar boş laftır; ekonomik krizin en başat sebebi savaştır, savaşlardır.

Romanda karşımıza çokça çıkan bu diyaloglar, kitabın bugünkü uğultuya da cevap verebileceğini gösteriyor. Bu yönüyle Türkiyeli okur bu kitapta kendinden çok fazla şey bulacaktır. Çelik, aynı işsizlikle hem kadın hem erkek karakteri sınıyor ve buna karşı geliştirdikleri savunmaları ayrı ayrı gösteriyor. Ahmet’in bu boşluğu bir kadınla doldurmak için çırpınması, Aynur’un yalnızlığa daha da gömülmesi, Ayla’nınsa iyi niyetlice işsizler toplantıları düzenlemesi, aynı soruna verilen farklı refleksleri işaret ediyor; bunları okumak da okuyucuya farklı bir deneyim sunuyor ve soruyor: Sen ne yapardın, ne düşünürdün, sen olsan böyle mi olurdu?