YAZARLAR

Laiklik: Kula kulluk etmemek

Laiklik siyasal ilkeler içinde en fazla eşitlik ile ilişkilidir, hangi Allah’a inanırsa inansın ya da hiçbirine inanmasın; kimsenin kimseye kulluk etmemesinin ilkesidir... Laiklik, yalılarında içki yudumlayanlar için değildir -siyasal İslamın onlara sunduklarını biliyoruz- özgür ve eşit bir hayata sahip olmak için emeğinden başka bir şeyi olmayanlar yararınadır... Laikliği eskiden kalmış devlet refleksinin içinden değil, halkın arzularının yarattığı bir hareketin içinden savunmak gerekir.

1990’lı yılların ikinci yarısında İzmir Atatürk Lisesi’nde okurken, İzmir Fuarı Lozan Kapısı’nın karşısındaki okul girişinin önüne kolilerle bedava kitap getirilip dağıtılırdı. Kitap, Adnan Oktar’ın Harun Yahya adıyla yayımladığı “Evrim Aldatmacası”ydı. Hassasiyetlerinize dokunarak söylemek isterim, daha sosyal medya olmamasına rağmen kul olmamayı öğrenmiş, kul olmaya direnmiş öğrenciler olarak, polis ve okul yönetimi tarafından korunduğunu düşündüğümüz bu kişilerle her hafta tartışmaya, kavga etmeye başlamıştık. Okul yönetimi bakımından da kul olmayanlardık tabii. Din derslerinde İslamcı propaganda yapan öğretmenin karşısında laik eğitimi; katkı payı, karne parası gibi adlarla paralı eğitim ısındırmalarına karşı parasız eğitimi savunurduk. Aynı yıllarda Fethullahçı örgütlenme İzmir’de en iyi eğitimi veren okullardan biri olduğu söylenen kolejde, kamp tarzı ile hem üniversiteye hem kulluğa hazırlayan dershanelerde varlığını sürdürüyordu. Yoksul ve parlak öğrenciler bu örgütlenmelerin gözdesiydi. Devlet eğitimi paralılaştırır, öğretmenlik mesleğinin bilgiye dayanan itibarını kırarken dinin ve dinî cemaatlerin rolü gözümüzün önünde artırıyordu.

Post 12 Eylül dönemiydi, dünyada 1970’lerde başlayan yeni liberal düzende kamusal tartışmanın yerini işletmeci profesyonellerin alternatifsiz kararları alıyor, kamunun yurttaşların temel ihtiyaçlarını sağlayan alanlardan hızlıca çekilmesi kararları böylece meşrulaştırılıyordu. Devlet çekilmeliydi, başarısız yoksullar artık ödüllendirilmemeliydi, piyasa her şeyi ayarlardı. Böylece kamusal tartışmanın öznesi olan, hak ile anlam kazanan yurttaşın yerini başarıyla zenginleşmiş ya da başarısızlığıyla yoksullaşmış, kendi başarısızlığı nedeniyle toplumun dışına atılarak cezalandırılması gereken piyasa aktörleri alacaktı. Modern bir ideoloji olarak İslamcılık tam olarak buraya yerleşti. 12 Eylül cuntasının resmi ideolojisi olarak Türk – İslam sentezi içinde hem Türkçü hem İslamcı ayaklar devletin ideolojik aygıtları içine yerleştirildi. Din dersi zorunlu kılındı örneğin. Devletin çekildiği alanlara komünizmle mücadele derneklerinde semiren, tarikat-cemaat ağlarıyla güçlenen sermaye grupları yerleşti. Okullar kurdular, yurtlar açtılar, yardımlaşma dernekleriyle sosyal devletin çekildiği alanları, tabii devletin desteği ve çoğu zaman finansmanıyla, doldurdular. Özellikle kadınlar üzerine işleyen bir medeni hukuk, kendi ticari ağlarını besleyen bir ticaret hukuku oluşturdular. Profesyonellerin kararları yoksullaştırıyor, demokrasisizleştiriyor ve kullaştırıyordu; İslamcı hareket ve partiler böylece tabanlarını kuruyorlardı. Modern bir ideoloji olarak İslamcılığın tabanı bu bakımdan doğal, yerli ve milli değildi.

12 Eylül darbesinin ardından sol sistematik olarak ezildi. Patronların karşısında işçiler, devletin karşısında yurttaşlar kullar haline getirilmeye çalışıldı. Sendikalar üzerinde, öğrenci dernekleri üzerinde, hak örgütleri üzerinde hiç eksilmeyen bir baskı kuruldu. 1990’larda Türkiye’de bir yandan Kürtlere karşı kadim devlet refleksi en sert biçimde uygulanırken, diğer yandan emekçiler, öğrencilerin hak arayışları boğuldu. Fethullahçılarla bağları, devlet içinde örgütlenmiş çetelerin son dönem çatışmaları içinde ortaya çıkan Mehmet Ağar gibi kontrgerilla ajanlarının açık hakimiyetini gördüğümüz yıllardı 1990’lar. Bu çeteler aydınları, muhalifleri tehdit ettiler, öldürdüler; devletin yasa dışına çıkma, daha doğrusu ötesine geçme hakkı olan ajanları olarak cezasız kaldılar. İslamcı örgütler, devletin çekildiği alanlara yerleşirken piyasa içinde de örgütlendiler, palazlandılar, patronlaştılar. 1996 yılında Bank Asya’nın açılış töreninde Başbakan Tansu Çiller, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Fethullah Gülen “iş insanları” ile birlikteydiler. 1997 yılında 28 Şubat sürecinde devletin ve toplumun dinselleştirilme süreci devlet içinde bir çatışmaya dönüştü; yeni liberal – İslamcı düzenin kurucusu ve koruyucusu olan MGK ve uzantısı olan basın siyasal İslam’a sınır çizme girişiminde bulunuyordu. Beş yıl sonra siyasal İslam “çiçekli gömleği”ni üzerine geçirerek 1980 darbesiyle kurulmuş rejimi tahkim edecek bir ittifakla ve komünizmle mücadele derneklerinden gelen bütün militanlarıyla yeni liberalizmin yapısal reformlarını en iyi uygulayacak yapı olarak iktidara geldi.

Birçoğumuzun yaşadığı bu deneyimi anlatmamın nedeni şu. AKP Başkanı ve devlet başkanı Erdoğan’ın siyasal kariyerinin başından beri uyguladığı test etme siyasetinin bir biçimiyle daha karşı karşıyayız. Muhalefet şu anda laiklik ile sınanıyor. Diyanet İşleri Başkanı’nın Ayasofya’daki kılıcından Yargıtay açılışındaki duasına, yasama organına çıkaracağı yasayla ilgili dinsel temelleri hatırlatmasına kadar her şey bu testin soruları. Dönemin ana muhalefet partisi CHP bu testten 2012 yılında 4+4+4 eğitim sistemine geçilirken sınıfta kaldı. Şimdi de test ediliyor. Yanıltması bol bir sınav kitapçığıyla.

Bu defa yanılmamak gerek. Laiklik ne 12 Eylül darbecilerinin siyasal kapatmasının ne de baskıcı bir politikanın aracıdır. Laiklik siyasal ilkeler içinde en fazla eşitlik ile ilişkilidir, hangi Allah’a inanırsa inansın ya da hiçbirine inanmasın; kimsenin kimseye kulluk etmemesinin ilkesidir. Devletin kulluk istememesi ile ilgilidir. Okullarda din için savaşan askerler yetişmemesi içindir, kul olmayı değil hak aramayı ilke edinen insanlar içindir. Laiklik, yalılarında içki yudumlayanlar için değildir -siyasal İslamın onlara sunduklarını biliyoruz- özgür ve eşit bir hayata sahip olmak için emeğinden başka bir şeyi olmayanlar yararınadır. Bu nedenle seçmenden korkmayınız. Laiklik halkın yararınadır. Laikliği eskiden kalmış devlet refleksinin içinden değil, halkın arzularının yarattığı bir hareketin içinden savunmak gerekir.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.