REKLAMI GEÇ

“PLASTİK ATAN SUÇLU, YA KİRLETEN?”

21 Ağustos 2014 Perşembe

ic
Birkaç hafta önce PAÜ Biyoloji Bölümünden Prof.Dr.Mustafa Duran ve Yard.Doç.Dr.Gürçay Kıvanç Akyıldız ile yaptığımız röportajın en ilgi çekici konularından birisi, Büyük Menderes nehrine Uşak’tan gelip bağlanan Banaz çayının kirliliği idi.

Banaz Çayı Ulubey yönünden gelen Dokuzsele deresi ile birleşiyor ve doğrudan Bekilli-Çal-Güney üçgeninde, Büyük Menderes üzerindeki en büyük yapay göl olan Adıgüzel Barajına akıyor. Nehir suyu Dokuzsele ile birleşme noktasından itibaren kirli ve hem fauna, hem floranın büyük zarar gördüğü kimyasal atıklarla dolu. Kaynağı ise Uşak bölgesinin sanayi atıkları. Gürçay Kıvanç Akyıldız’ın gönderdiği fotoğraf durumun vehametini tek başına açıklıyordu.

1

O güne kadar sadece kısmi bilgi sahibi olduğumuz Uşak-Banaz’dan nehre dökülen su bağlantısı, bizi iyice meraklandırıyor. Kendi gözümüzle görmek, bölgenin tarihi, kültürel, tarımsal, coğrafi vb. özelliklerini keşfetmek istiyoruz

Bu merakla yola çıktığımızda tarih 8 Ağustos’u gösteriyordu. İki gün sonra Cumhurbaşkanlığı seçimi için oy kullanılacak. Oy kullanmak için Denizli’ye geri döneceksek, gezi için önümüzde 2 tam günümüz var. Belki Pazar gününe sarkabilir ve günün bir bölümünde devam edebilir.

***

Gezimizin ikinci günü. Yola ilk çıkışta hedef Banaz çayını Büyük Menderes’e uzanan bağlantı noktasına kadar takip etmek. Özellikle Prof. Dr. Mustafa Duran’ın üzerinde önemle durduğu Banaz Çayı ile Uşak’tan gelen Dokuzsele deresi kavşağını görmek. Bu arada nehir yolu üstündeki eski-yeni uygarlıkları gözlemlemek.

2

Bu gezinin baştan sona rehberliğini Bekillili dostumuz Tuncer Mankır yapıyor. Bölgeyi, yolları, yerleşimleri tanıyor. Gitmek istediğimiz güzergahta daha önceleri epey taban eskitmiş. Doğup büyüdüğü topraklara ait ne varsa bizdeki merakın aynısı onda da var.

UŞAK KARAHALLI’DAN START

Geldiğimiz ilk günün akşamı, Bekilli’de Küp şaraplarının sahibi, sevgili dostumuz, arkadaşımız Asım Altıntaş’ın baba yadigarı bağ evinde geceliyoruz. Küp Şarapları kurucusu Hasan Altıntaş’ın vasiyetidir, kimse aç açıkta kalmasın, misafir gelen eş dost kaldığı süre içinde bağ evini yurt edinsin. Oğlu Asım Altıntaş bu vasiyete fazlasıyla uyar, gelen gidene zamanı varsa eğer mangalından salatasına kendisi yapmaya özen gösterir. Ayrıca bir not iliştirmek istiyorum, Asım Altıntaş adı bizim tüm belgesel çalışmalarımızda ayrı bir yere sahip. Sadece ilgisini değil, desteğini de bu güne kadar esirgemedi. Tuttu, bizimle birlikte aynı işe ilgi duydu. Zaman oldu birlikte gezdik, zaman oldu gecenin ilerleyen saatlerine kadar yaptığımız iş üstüne görüşlerini, düşüncelerini aktardı, biz de dinledik.
3

Keyifli bir ilk akşam oluyor. Önceden tanıdığım Bekillili öğretmen arkadaşlar geliyor, geç saatlere kadar sohbet ediyoruz. Gündem malum Cumhurbaşkanlığı seçimleri…

Ertesi saban erken saatlerde yola çıkacağız. Saat 08.00 civarı Tuncer geliyor bağ evine. Sucuk, yumurta ve bahçeden koparılmış taze, organik domates biberden oluşan kahvaltı temiz havada iyi geliyor. O kadar ki, tüm gün dere tepe dolaştık, o kahvaltıyla akşamı bulduk. Öyle sıkı bir kahvaltı.

5

Yola çıktık. Uşak Karahallı’ya geldiğimizde, başlama noktasını tespit etmek gerekiyor. “Ben seni bir yere götüreyim önce, bir bak. Hayran kalacaksın” diyor Tuncer. Nasılsa istediğimiz yerden başlayabiliriz, “tamam” diyorum.

Karahallı-Uşak ana yolundan ayrılıyor, ilçe içinden geçip kuzeye doğru, sonradan adının “PaşalarDeresi” olduğunu öğrendiğim kanyonlar bölgesindeki Banaz çayı yatağına geliyoruz. Önce köprüden nehre bakıyoruz, bulanık. Sağanak yağmurlar birkaç gün önce sele dönüşmüş, taşıdığı mil nehir suyunu boz bulanık hale getirmiş. Keşke bütün kirlilikler böyle olsa…

6

CLANDRAS KÖPRÜSÜ

Direksiyon kırıp, 100 metre kadar gerideki kavşaktan Paşa Deresine dönüyoruz. Aslında burası epey geniş bir vadi ve her yer Paşalar Deresi. Önce hafif eğimli arazi çaya bağlanıyor ve bu araziler tarım için çok elverişliyken, bir süre sonra suyun geçtiği yolun iki yanı dik kayalarla kanyona dönüşüyor. Bizim ilk hedefimiz, Clandras köprüsü. Terbiye edilmiş, yerel belediyenin piknik alanı olarak düzenlediği bir araziye varıyor ve aracımızı park ediyoruz. Az ileride büfeler, ahşap piknik masaları, her yerden fışkıran su ve sabahın bu erken saatinde ızgara başında bekleyen piknikçilerle karşılaşıyoruz. Ünlü Clandras köprüsünün kemerli çizgileri tüm görkemiyle karşımıza çıkıveriyor. Tek ve dairesel kemeri tıpkı bir hale gibi duruyor. Hemen ayakları dibinde bir elektrik santral ünitesine ait binalar köprünün doğayla görkemli bütünleşmesine gölge düşürse de, yine de tek başına harika bir tarihsel miras olarak zamana meydan okumaya devam ediyor.

7

Burayı biraz sindirelim istiyorum. Büfeden su alıyor, ahşap masalardan birine çöküyoruz. Köprüye bakıyorum. Roma dönemi olabilir mi? Aslında bir su kemeri olduğu uzaktan bile anlaşılıyor. Çünkü çok geniş değil. Zamanın taşımacılık sistemleri için kullanıma uygun inşa edilmemiş. Muhtemelen koruma altında ve bu sebeple Bakanlık ya da ilgili kurumlardan birinin köprü ile ilgili bir bilgilendirme levhası olmalı. Kalkıp fotoğraf çekmeye başlıyoruz. Oldukça güzel fotoğraflar çıkıyor. Suyun akış yönüne yani batıya doğru, köprünün sol ayağı dibinden gür bir su, şelale gücünde fışkırarak akıyor.

Fotoğrafları çekip köprü üzerine çıkıyoruz. Karayolları 2013 yılında onarımdan geçirmiş. Köprüye giden yolun sağında, tahmin ettiğimiz gibi ilgili kurumların logosunu taşıyan bir de pano var, köprü tarih bilgileri üzerinde yer alıyor.  Pano’da yer alan bilgilere göre Clandras köprüsü olarak bilinen yapının orijinali bir su kemeri. Roma Döneminde(İ.S.2.yy) yapıldığı tahmin edilen su kemeri yaklaşık 1 km ilerideki antik Pepouza kentine su taşıyan kanalların başlangıcında yer alıyor. Kayalara kazılarak oluşturulmuş bulunan su kanalları günümüzde bariz olarak takip edilebilmekte. Köprünün en yüksek noktası su seviyesinden 17metre yükseklikte. Kemer uzunluğu 24 metre, eni ise 1,75 metre olarak kaydedilmiş. Helenistik devir mimarisi gösteren oldukça dar ve tek kemerli bir yapı. Su kanalları nehrin batıya doğru akıntısı yönünde sağ tarafa akmakta. Buradan antik Pepouza kentine ulaşıyor. Su kemerinin önemi antik Pepouza kentinden geliyor. Bu şehir Hıristiyanlığın kaybolmuş mezheplerinden Montanizm’in başkentiymiş. M.S. 165-550 yılları arasında yaşayan mezhep mensupları yöreyi kutsal bölge olarak kabul edip buraya yerleşmişler. Banaz Çayı üzerinde yapılan bu köprünün Lidyalılar döneminde “Kral Yolu” üzerinde yapılan bir köprü olduğu da söylenmekteymiş. Bu güne kadar sağlam kalan köprünün en büyük özelliği kalemle işlenmiş taşların zıvanalı olarak birbirine kenetlenmiş olması diyor pano bilgisi.

8

Köprü büyüleyici. Batıya, nehrin akış yönüne doğru sarp kayalar yükselmekte. Nehri takip ederek ulaşılacağı belirtilen Pepouza antik kentini merak ediyorum. Ama nasılsa ulaşmanın bir yolunu bulacağız.

Çevreyi gözlüyorum. Köprünün sol ayağının dibine akan suyun kaynağı elektrik santraliymiş. Sanırım yukarıdan basılan suyun fazla gelen bölümü buradan nehre veriliyor. Ayrıca santral binasının altında, yaklaşık 100 cm çapında iki boru ile inen su türbinlere dökülüyor ve yeniden nehirle buluşuyor.

Yarım saat kadar devam eden gezintiyi noktalıyoruz. Gün uzun ama bizim yolumuz da uzun. Üstelik gezi boyunca kim bilir nerelerde mola vermek zorunda kalacağız. Toparlanıp yeniden yola çıkıyoruz.

9

PEPOUZA ANTİK KENTİNE DOĞRU

Paşalar deresi arkamızda kalıyor. Önce Kuzeye yöneliyoruz. Ardından batıya, Pepouza antik kenti sarı levhasının işaret ettiği Karayakuplu köyüne kırıyoruz yolumuzu. Yol tariflerini alıp yeniden güneye, nehir yoluna dönüyor ve toprak yolda birkaç kilometre ilerliyoruz. Nihayet yüksekçe bir tepeden nehir görünüyor. Batı yönünde sarp kayaların yükseldiği araziye bakıyoruz, kayalık bölgenin dibinde bir büyük mağara ağzı görünüyor. Olasılıkla insan yapısı. Antik kent burada olabilir mi bakınıyoruz, yol devam etmiyor. Mecburen nehre doğru iniyoruz. Yamaçta aracı bırakıp yaya devam etmek zorundayız, yol araç için uygun değil. Karşı dağın tepesi boydan boya mermer ocağı tarafından kazılıp kesilmiş.  Taşlar aşağıya, suya inen orman içlerine kadar yayılmış. Tam bir çevre katliamı, gür, yeşil doku santim santim yok oluyor.

10

Yaklaşık 150 metre kadar iniyor ve nehre ulaşıyoruz. Birkaç Avganlı balık avcısı kıyıda toparlanıp gitmeye hazırlanıyor. Onlar için bu gün nehir epey bereketli. Büyükçe bir poşet iri sazan balıklarıyla dolu. Merhabalaşıyoruz. Ayaküstü karşılıklı birkaç sorudan sonra yöredeki yol ve antik kent hakkında bilgi almaya çalışıyoruz. Kent yerleşmesi tam da bulunduğumuz arazideymiş. Ama pek belirti kalmamış. Nehirden 20 metre kadar uzaklıkta bir kaynak suyuna yöneliyorum, indiğimiz yamacın dibinden çıkıyor, berrak, içilebilir bir su. Tadına bakıyoruz, oldukça soğuk ve tok bir içimi var. Kaynak birikintisini çevreleyen taşlar ilişiyor gözüme, 20 x 30 cm ebatlarında işlenmiş bir mermer parçası tahta bir geçişe destek olarak kullanılmış. Fotoğraf çekip inceliyorum, tipik roma mimari işlemesi bir taş parçası. İhtimal süsleme amaçlı yontulmuş. Siyah griye çalan renkli, ince bir mermer işçilikle çalışılmış. “Buralarda bunlardan çok bulursunuz” diyor balıkçılardan yaşlıca görüneni. Bizi önce define avcısı sandıklarını seziyorum. Ne yaptığımızı, neden burada olduğumuzu açıklayınca rahatlıyorlar. Onlar da tedirgin çünkü balık av yasağı dönemi ve onlar ağ atarak balık avlıyorlar. ‘Suçüstü’ yapmış olduk kendilerine.

Sonradan İstanbul’da oturduğunu ve makine imalatçısı olduğunu açıklayan yaşlı bey bizi geldiğimiz tepedeki üzüm bağına davet ediyor. Dönüşte uğrama sözü veriyoruz.

11

Çayın üzerinde profil demirden derme çatma bir köprü var, karşı ayaklarına atılmış masada birisi oturuyor. Karşıdan el sallayıp kolay gelsin diyoruz, selamımıza karşılık veriyor. Arkasında bir yapı, belli ki bölgedeki su kaynaklarını dağıtan bir regülatör var orada. Su çağıltısından ve boru düzeneklerinden anlaşılıyor.

“YAZIK GÜNAH BU GÜZELLİĞE”

Yanına varıp masaya oturuyoruz. Kütahyalıymış. Burada ailesi ile birlikte yaşıyor. Üç aydan beri çalışıyormuş. Hasköy’e su dağıtanşebekenin bekçiliğini yapıyor. Nehir ve çevre üzerine biraz sohbet edelim diyoruz, tabii diyor. Hemen söze girip, “buralarda insanlar çevreyi çok kirletiyorlar. Zaten mermer ocağı çevreyi yok ediyor, nehre gelenler de suyu yok ediyor. Bakın etrafa her yer teneke, poşet artıklarıyla dolu. Antik kent var diyorlar, hani nerede? Her gün kaçakçılar gelip kazı yapıyor ama bir Allah’ın kulu çıkıp hemşerim sen ne yapıyorsun demiyor. Birkaç ayda bir jandarma gelir, şöyle bir bakar, gözdağı verir gider. Sonra yine her şey eskisi gibi devam eder. Yazık günah bu güzelliğe…”

“Buradan köylere su dağıtımı yapılıyor, su nereden geliyor” diye soruyoruz. Çevrede birkaç kaynak varmış, bu kaynakları borularla tek noktada toplamışlar, dağıtımı bina içinden yapılıyormuş. “Doğal kaynak suyu bu, temizdir, içimi güzeldir” diye ekliyor.

Zaman ilerliyor. Kalkıyoruz, ‘hoşça kalın, kolay gelsin’ dilekleriyle yola çıkıyoruz. Araca binip geriye, indiğimiz tepeye doğru yollanıyoruz. Bizi davet eden bağ sahibi bizi tepede bekliyor. Arazisine giriyoruz, önce üzüm ikram ediyor. Yeni olgunlaşmaya başlamış, hafif ekşiliği var üzümün. Tuncer “henüz tam ermemişbunlar” diyor. Bekilli’den, bağın, üzümün, şarabın ülkesinden geliyor, iyi bilir.

12

KEŞİŞ MAĞARASI MI ŞARAP MAHZENİ Mİ?

Bağı geziyoruz. Araziyi sınırlayan taş yığınlarına bakıyorum, çoğu mermer parçası. Birkaç işlenmiş parça kırığını elime alıp bakıyorum, arazi sahibi açıklama gereği duyuyor, “buralarda her yerden bunlar çıkar. Benim burasının doğu sınırında mezarlar var. Bağ için traktörle girdiğimizde o mezarların bulunduğu yere dokunmadık, mezara saygıdan” açıklamasını yapıyor. Sonra da ekliyor, kentin kalıntıları yok ama ileride bir mağara var, tepenini ucunda. Orayı görmek isterseniz…” deyip tarif ediyor. Bağdan ayrılıp mağara dedikleri alana uğruyoruz. Nehri küçük bir kartal yuvasından gözlüyor adeta. İçine giriyoruz, sayısız yarasa bir anda her yeri kaplıyor. Oldukça derin bir yer. Büyük olasılıkla tepenin üstü kazılmış ve içi çok bölmeli olarak inşa edilmiş. Sonra üzeri önce kayalarla, sonra toprakla kapatılmış, doğal bir mağara görünümü yaratılmış. Hristiyanlığın ilk dönemindeki keşiş mağaralarına benziyor. Ortada bir hol, iki yanında karşılıklı hücre büyüklüğünde bölmeler yer alıyor. Tahmini 40 metre kadar derin, belki daha fazla. Çünkü sonuna kadar gitmek biraz cesaret, biraz donanım işi. Epeyce tahrip edilmiş olmasına karşın hala tüm detayları görünüyor. Tuncer, “acaba Kurtuluş Savaşında silah saklama ve ikame deposu olarak yapılmış olabilir mi” diyor, sanmam. Çünkü yapı karakteristiği, içindeki bölmeler, bölmelerde kullanılan taşlar vb. eski çağların işi. Bir de burasının Montaizm’im merkezi olup olmaması konusunu düşünüyorum. Elimde kaynak yok ancak sadece görünen mimari malzemeye bakarak buranın Montaistlerin gerçek merkezi mi diye soruyorum. Çünkü yerleşme buralarda çok yayılmış. Sonradan göreceğimiz gibi Avdan kanyonu da aynı karakterde mağara ve yerleşme izleriyle dolu. Neyse konumuz bu kez tarih değil.

Dönüşte yamacın ortasındaki derecikte bir mermer blok gözümüze ilişiyor. Üzerinde bir takım işaretler var gibi. Aşağı doğru inip fotoğraflıyorum. Ortalama 100 x 80 cm boyutlarında, 20 cm kalınlığında mermer bir plaka. Ya bir anıt mezar kapağı ya da bir kapı üstü plakası. Ortasında kemerli bir çatı, altındaki yapı bölümünde pencere çizimi yer alıyor. Fotoğraflayıp yeniden araca ulaşıyor ve yola revan oluyoruz. Pepouza antik kenti arkamızda mı kalıyor?

Bundan sonra üç hedefimiz var. İlki ve en önemlisi Banaz çayı ile Dokuzsele deresinin birleştiği yeri bulmak ve suyun buluşmasını izlemek. İkincisi dünyanın ikinci büyük kanyonu olarak anlatılan Ulubey kanyonlarını görmek, üçüncüsü de Adıgüzel barajına ulaşıp Banaz çayı bağlantısını fotoğraflamak.

13

AVGAN KANYONU

Karayakuplu’ya dönüp Avgan kasabasına, Batıya doğru devam ediyoruz. Avgan’da su tedariki yapıp yolu soruyoruz. Banaz-Dokuzsele kavşağını bilen pek çıkmıyor. Herkes farklı yerleri tarif ediyor. Sonunda karar verip toprak bir yoldan kanyonlara yöneliyoruz. Ama burası Ulubey kanyonu değil henüz. Avgan kanyonu.

Yaklaşık 2-3 kilometre sonra karşımıza muhteşem bir vadi çıkıyor. Kanyon merkezi burası. Orada sadece gökyüzü, biz, Banaz çayı ve kanyonun binlerce yılın insanlık kültürünü taşıyan delik deşik duvarları var.

Tüm kanyona hakim bir tepeye kadar araçla gidiyoruz. Terk edilmiş eski bir yol, kanyona bakan karşı tepenin zirvesinde son buluyor. Gökyüzü dışında her yer ayağımızın altında sanki. Fotoğraf çekip soluklanıyor, bir yandan da seyrediyoruz. Nehir kıvrım kıvrım geliyor, derin vadinin dibinden aynı kıvrımlarla devam ediyor. Sanki bir süre sonra buluşacağı Büyük Menderes’e nazire yapıyor.

Dönüp geldiğimiz yola giriyor ve vadiye iniyoruz. Geçtiğimiz yol kenarları suya yaklaştıkça eski çağların izlerini daha fazla yansıtıyor. Bu bölge insan yapısı mağaralarla dolu. Her yerde görüyorsunuz. Suyun kıyısında, tepelerde, kanyonun yüksek duvar gövdelerinde… her yer delik deşik. Doğa sanki bunun için armağan etmiş tüm coğrafyayı.

İzleyip geçtiğimiz yol ve yollar boyunca nehir tertemiz. Suyun bulanıklığı, önce de belirttiğim gibi yakın günlerdeki sağanak yağmurlar sonrası gelen selden kaynaklanıyor.

Avgan kanyonu civarındaki köprüden geçip karşıya, Güneye doğru devam etmek istiyoruz. Emin değiliz ama, Ulubey’e bağlı Hasköy’e çıkacağımızı söylüyor Tuncer Mankır. Yine de bahçe sulayan birilerine soruyoruz, doğru yoldasınız diyorlar. Aracın başka zamanda olsa gidebileceği yol değil. Ama aracımız sanki bizim kadar inatçı. Zemini alabildiğine bozuk yamaç yolunu zar zor aşıyoruz. Bu arada sık sık durup kanyonun fotoğrafını çekiyoruz. Montaizm tarikatının asıl yerleşkesi burası olsa gerek diye düşünüyorum. Çünkü sayısız insan yapısı, kullanılmış mağara tüm kanyonu sarmış. Geniş bir insan topluluğuna ev sahipliği yapmış gibi.

HASKÖY’DE OSMANLI ÇEŞMESİ

 

14Nihayet yolu aşıp Hasköy’e, asfalt yola ve suya kavuşuyoruz. Hasköy girilşinde bir çeşme dikkati çekiyor. Oldukça eski bir çeşme. Osmanlı döneminden kaldığı söylenebilir. Emin değilim. Ama üzerindeki Arap harfli yazılar ve çeşme süslemelerine bakarak bu kanaate varıyorum. Ayrıca zamanla kesilmiş, mermer süsleme kollarının yerleri hala belli. Çeşme yapısı tümüyle taştan yontma. Üzeri her yerde olduğu gibi anlamlı-anlamsız sloganlarla donatılmış. Su akıyor mu, akıyor. Fotoğraflayıp Hasköy’e giriyoruz. İlk bakkaldan su alıp durmadan devam ediyoruz. Gün tepemizde. Öğleyi aşmak üzere. Biz henüz yolun yarısını aşmış durumdayız. Belirlediğimiz hedeflerin ise hiç birine ulaşmış değiliz.

Durup bir kez daha Banaz Çayı ve Dokuzsele’nin buluştuğu kavşağı soruyoruz, bu kez sağlam bir tarif alıyoruz. “İlk köprüyü geçin” diyor Hasköylü yurttaş, “sonra iki kilometre kadar gidin. Geniş bir tütün tarlası göreceksiniz. Onun yanından toprak bir yol ayrılır, oraya sapın. Üstteki yolu takip edin. Bir yere kadar araç gider, ötesi kapalıdır. Yaya gideceksiniz. Fazla uzak değil, 150 metre kadar yürürsünüz.”

Tarif edilen bölgeyi elimizle koymuş gibi buluyoruz. Yolun devamı kapatılmış. Birkaç motor, bir traktör ve bir otomobil buraya park edilmiş. Uygun yere park edip yaya devam ediyoruz. Nehir kenarına yöneliyoruz.

Nehrin kıyısına yaklaşırken bir grup görüyoruz. Kimisi masa hazırlıyor, kimisi çay suyuna yönelip bir şeyler alıyor, kimisi de mangal ateşini yakmakla meşgul.

6-7 kişilik genç-orta yaşlı arkadaş grubunun balıkçı olabileceğini düşünüp o tarafa yöneliyoruz. Nihayet oturup konuşabilecek birilerine rastladık. Umarız sohbet etme fırsatımız olur. Dokuzsele deresi ile Banaz çayının birleştiği noktanın 100-150 metre kadar gerisinde,  Banaz’dan gelen suyun kıyısında yürüyoruz. Az sonra Büyük Menderes Nehri’ne bağlanan, çok merak ettiğimiz o ölümcül siyah dere suyunu göreceğiz.

Yorum Yaz

Aşağıdaki gerekli alanlara bilgilerinizi girmelisiniz. e-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

 karakter kaldı