Doğu folkloru ve sözlü geleneklere ilişkin birinci el deneyimlerini, kitap ve elyazması kaynaklar konusundaki zengin bilgisiyle bütünleştiren ‘Doğunun Büyüsü” kitabının yazarı İdris Şah tarafından aktarılan bir Sufi fıkrası vardır;

Nasrettin Hoca bir sabah evinin önünde darı serperken yoldan geçen bir adam durup şaşkın gözlerle Hoca’ya; “Hoca, ne diye etrafa darı saçarsın?” diye sormuş. Hoca, “Kaplanlar uzak dursun” diye yanıtlamış. Adam; “İyi de buralarda kaplan yok ki” demeye kalmadan Hoca cevabını yapıştırmış: “Gördün mü bak, demek ki işe yarıyor.”

Agamben ‘Nesir Fikri’nde “Her daim korkulan tek bir şey vardır: Hakikat, daha doğrusu yarattığımız hakikat temsilidir” diyor.

Nasrettin Hoca’nın yoldan geçen adamla dalga geçiyor bile olsa, yarattığı ‘hakikat’ temsilini Agamben’in ‘korku’ tanımlamasına pek tabii bağlayabiliriz.

Agamben’e göre korku; bilerek ya da bilmeyerek temsil ettiğimiz bir hakikat karşısındaki cesaret eksikliğinden ibaret değildir. Bundan da önce, kendimizin hakikatin bir imgesini yarattığımız, her durumda onun bir adına ve önsezisine sahip olduğumuz gerçeğinde örtük bir biçimde korku mevcuttur. Bilinmeyende hem ifadesini hem de panzehrini bulan, her temsilin içinde var olan arkaik korkudur. (Nesir Fikri, Giorgio Agamben, Çeviri: Fırat Genç).

Britanyalı psikoterapist ve deneme yazarı Adam Phillips de aynı kanıdadır, korkunun salt bir refleks ya da doğal bir tepki olmadığını, kendi yaratımımız olduğunu söyler. Üstelik Phillips, bizim Akşehirli Nasrettin Hoca’dan da haberdar ve ‘Dehşetler ve Uzmanlar’ adlı kitabının (Çeviri: Tuna Erdem) ‘Korkular’ bölümünde bu fıkradan yola çıkarak üç tespitte bulunmuş;

1- “…Fıkra bize yaşamımızın ne kadarını darı serpmekle geçirdiğimizi, kendi kişisel kaplanlarımızın ne olduğunu merak ettirir.”

2- “…Bir başkasının bizim yerimize darı serpmesi sayesinde kaplanları düşünmek zorunda kalmadığımızı öğrenip rahat bir nefes alabiliriz.”

3- “…Belli ki Hoca’nın kaplanları unutmaya hiç niyeti yoktur. Darı serpmek onları akılda tutmanın bir yoludur.”

Bence yazının burasında soluk alıp bir deneme yapmalı, düşünsel yolculuğumuzda bu üç şıktan çıkardığımız soruları/okları kendimize sormalı/döndürmeli.

Korkunun politik kullanımına gelince, tarihten biliyoruz, korkuyu kim kontrol etmişse tüm toplumu da kontrol etmiş. Korku iktidarın en eski aracı, bir uzvu. Korkuyla bastır, korkuyla sindir. Korku aynı zamanda iktidarın büyük sermayesi. İnsana bir korku atfetmek, en temel diktatörlük biçimi. Hitler ile bir tutmasak da Machiavelli’de bunun bir tezahürünü (Belirme, görünme, ortaya çıkma, oluşma) görürüz; hükümdarın halk tarafından hem sevilir hem de korkulur olmasını öngörüyor, “İyi örgütlenmiş devlet, baskı zorlama ve daimi bir şiddet tehlikesi üzerine inşa edilmelidir.”

Elbette, insanın düşmanı tarafından yok edileceği ya da en azından, zarar verileceği duygusundan kaynaklanan korku aynı zamanda insan olmanın da bir parçasıdır. Hem de güvenliğimizi sağlamamıza neden olur ki korkulan duruma ya da nesnesine karşı önlem alabilelim.

Ancak yaşamımızı kontrol eden de, insanların direnme isteklerini engelleyen de, onları edilgen kılan da, özgürlüğümüzü çalan da korkudur.

Sonuç: O halde korku nesneye bağlı olduğundan, aşağı yukarı neden korktuğumuzu bilip, onu yenecek cesareti göstermemiz gerekiyor yoksa kaplanları kovalamak için sürekli etrafımıza darı serpmek çözüm değil.