YAZARLAR

Cumhuriyeti savunmanın yolu Diyarbakır’dan geçer

HDP’li seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine merkezi yönetim tarafından kayyım atanmasıyla başlayan sürece tepki vermeyen bir cumhuriyetçilik bugün Erdoğan tarafından örgütlenen bir cenazenin ağıtçılığından başka bir şey değildir, kutlamaların gücü olsa olsa ağıtın görkemine ilişkin olabilir.

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 96. yılını idrak ettik. Bu yıl yapılan kutlamalar, İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri’nin Cumhuriyet Halk Partili adaylar tarafından kazanılmasının etkisiyle Erdoğan’ın yeni Osmanlıcı fantezilerinin yarattığı karartmayı aşmış izlenimi oluşturdu. Nevşehir’de kutlamalara konan yasağın “yanlış anlaşılma” denerek kaldırılmasıyla da kutlamalara ilişkin bütün sorunlar ortadan kalkmış oldu.

Peki gerçekten öyle mi oldu? Cumhuri olan bütün kurumları ortadan kaldıran sarayın baskı aparatları da aşıldı mı bu kutlamalarla? Cumhuriyetin malı olan bütün semboller ya yıkıldı, ya satıldı ya ilhak edildiyse neyi kutluyoruz? Söylenen şarkılar, oynanan zeybekler yüz yıllık birikime yakılan görkemli bir ağıt olmasın? Evet olmasın. Olmaması için cumhuriyeti hatırlamak ve onu yeniden inşa etmenin gereğini söylemek, içten duygularla cumhuriyet kutlamalarına katılan, onları özlemle izleyen yurttaşların kalbini kırar mı peki? Peki bu içten duygular, Türkiye’de yurttaşlığa ilişkin en temel hakların gasp edildiği bir ihlal haritası üzerinde de işliyor mu? Bu ihlal haritasının üzerinden geçtiği yurttaşlar da aynı içtenlikle izliyorlar mı geçit resimlerini? Attila İlhan’ın Mahur Beste’de söylediği “şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız” dizesini hatırladım kutlamaların hemen ertesinde. Belki bu dizeyi besteleyen, anadilinde şarkı söylemek istediğini söylediği için sürgünde ölen Ahmet Kaya’nın doğum gününün hemen ardına denk geldiği için, belki de şiirin Türkiye’nin geleceğine ilişkin mücadeleleri nedeniyle idam edilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın öldürüldükleri gün yazıldığı için.

CUMHURİYETİ HATIRLAMAK 

Cumhuriyet tartışmalarının Türkiye’deki ana ekseni ne yazık ki cumhuriyetçiler tarafından 1930’ların tek parti rejimini savunmaya indirgenmiş durumda. Erdoğan rejiminin Abdülhamidçi özlemlerinin yarattığı ideolojik atmosferde Türkiye’deki ana akım Kemalistler ivedilikle çekilmek istendikleri yere geliverdi. Erdoğan cumhuriyet kurumlarına ve cumhuriyet birikimine saldırdığı her anda Kemalistler bütün bağlamlarından koparılmış 1930’ların savunusuna savurdu. İki savaş arası dönemin siyasi rejimlerinin, 1929 büyük iktisadi buhranının etkilerinden bağımsız olarak, bağlamsız bir 1930’lar özleminin Türkiye küçük burjuvazisinde yarattığı duyguyu anlamak zor değil. Asla yaşamak istemeyecekleri bir dönem olsa da mevcut düzene tepkiyi en kolay yöneltebilecekleri bir afyon olarak işledi bu duygu. Erdoğan rejimi, hem kendini hem de muhalefetini aynı ideolojik çekişme atmosferine örgütledi. Böylece cumhuriyetin ağıtının bizzat cumhuriyetçiler tarafından yakılmasının zemini de yaratılmış oldu.

Elbette bunun sınıfsal-sosyal bir boyutu var. 1930’ların düzenini savunmak, aslında mevcut düzenden o kadar da rahatsız olmayan, konformist bir ideolojik tutumun özetiydi. Cumhuriyetin kuruluşuna ilişkin bütün tartışmaları öteleyen, cumhuriyetin sınıfsal, cinsel, etnik çatışmalarının üzerini örten bu savunu aslında mevcut baskı rejimine direniş görüntüsünün en konforlu yoluydu. Zira dincileştirilen eğitim sistemi başka eğitim olanakları yaratabilen bu kesimi etkilemiyor, cumhuriyetin iktisadi mallarının talan edilişi, bu kesimin geçimine doğrudan yansımıyor, yoksulluğu sürdürme stratejisi ile sosyal devletin ortadan kaldırılması bu kesimin hayatını çekilmez kılmıyor. Seçtikleri belediye başkanlarını doğrudan merkezi idareye bağlayan seçme ve seçilme hakkını ortadan kaldıran düzenlemeler böyle bir ruh dünyasında cumhuriyet ile ilişkilenmiyor. Yani bugüne ve yarına dönük bir hayalleri, tutkuları bunları besleyecek ihtiyaçları olmayınca cumhuriyete dönük arzu hep bir nostaljiye, tarihsel bağlamından koparılmış bir geçmiş hayaline geri dönüyor.

Belki de artık di’li geçmiş kullanmak gerekir bütün bu cümleler için, çünkü cumhuri kurumlara yapılan saldırı öyle bir boyuta vardı ki, Türkiye’deki bütün yurttaşlar her kurumu derebeyliğe çeviren çeteler örgütlenmesinden bir boyutta nasibini alır duruma geldi, geliyor. O zaman elbette cumhuriyeti hatırlamanın bugüne ve geleceğe ilişkin anlamını kavramaya “herkes”in ihtiyacı var. Peki hatırlamak, yani geçmişe ilişkin olan biteni zihinde yeniden canlandırmak nasıl geleceğe ilişkin olabilir?

CUMHURİYETİN ÇAĞDAŞ ERDEMİ: CESARET VE ÖZGÜVEN  

Cumhuriyetçi fikirlerin Amerika ve Avrupa’da ortaya çıktığı çağlardan çok farklı bir dönemde yaşıyoruz. On sekizinci yüzyılda halkın siyasi temsili ve kuvvetler ayrılığı gibi kurumlara ilişkin belki de cumhuriyete ilişkin en kritik siyasi tartışmaların yaşandığı Birleşik Devletler dahil olmak üzere, cumhuri kurumların altının nasıl oyulduğunu izliyoruz. Başkan Trump, ABD’nin emperyalist heveslerini artık gizlemeye bile gerek duymadan, bir tüccarın bile söylemeye cüret edemeyeceği petrol sahalarına ilişkin işgali sosyal medya hesabından duyurabiliyor. Kant’ın cumhuriyetçi idealinde, Ebedi Barış Üzerine adlı eserinde cumhuriyetlerin gizli anlaşmalar yapmaması gereğinin yerini Trump’ın açıkça Suriye petrolüne el koyacağı beyanı almış durumda. Artık bir uygarlık ve demokrasi söyleminin ardına gizlenmeye bile gerek duymuyor ABD emperyalizmi. İçeride de kurumların kuruluştan gelen kudreti ile yarışmaya çalışan bir başkan profili ile karşı karşıyayız. On sekizinci yüzyılda cumhuriyetçi erdemin modern siyasal laboratuvarı haline gelmiş Fransa’da benzer bir durumun nasıl yaşandığını izliyoruz. Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı bakımından örnek gösterdiği Birleşik Krallık parlamenter monarşisinin Brexit sürecinde yaşadığı siyasal krizi hep birlikte izliyoruz.

Toplumsal sınıfların mücadeleleri ile inşa edilmiş kurumlar, bu kurumların işleyiş kurallarını kuşaklar ötesi güvencelere bağlayan anayasalar, kamuoyunun özgürce oluşması için kurallara bağlanan basın, yurttaşların yaşamlarını insani koşullarda sürdürebilmeleri için kazanılmış haklar bir bir ortadan kaldırılırken cumhuriyet savunusunu 1930’lara duyulan özleme götürmek bugünün koşullarında siyasal gericiliktir.

Elbette bu geleceğe ilişkin bir hatırlamayı dışlamaz, egemenler filmi başa sarmak istiyorsa, o başlangıçta cumhuriyetçilerin de elbette bir hikayesi var. Fakat bu hikayeyle cesurca yüzleşmek zorundayız. Halk egemenliğinin laik içeriğinin nasıl sınıfsal olduğunu kavramak ve geleceğe taşımak zorundayız örneğin. Cemaat ve tarikat ağlarına hapsedilmiş, bu ağların oluşturduğu ticari-siyasi şebekeye kıstırılmış bugünümüzü kurtarmanın sınıfsal içeriğini, düzenin kimin yararına işlediğini ortaya çıkarmak zorundayız. Cumhuriyetin publicasının kim olduğunu cesurca konuşmak zorundayız. 1921’de kamu hukukumuza giren egemenliğin doğrudan doğruya halk tarafından kullanılacağı ilkesini, nahiyelerin yani komünün, belediyenin cumhuriyetin temelini oluşturan özerk birim olduğunu söylemek zorundayız. Bunun ortadan kaldırılmasının, merkez tarafından atanan kayyımların cumhuriyeti ortadan kaldırdığını söylemeye cesaret etmek, Kürtlerin seçme ve seçilme hakkının Türkler kadar değerli olduğunu söylemek zorundayız. Çıkacak ses, gösterilecek cesaret bizzat cumhuriyetin hikayesi ile de yüzleşmek gereğini içinde taşır, hatıra eğer geçmişin üzerini örtmek için kullanılmıyorsa ancak böyle geleceğe taşınır çünkü. Bu da özgüven gerektirir. Gazetecileri, belediye başkanları, milletvekilleri tutuklu, akademisyenleri kovulmuş, parlamentosu yetkisizleştirilmiş, yayılmacı hedeflerle başlatılan bir savaşta İslamcı çeteleri ordusuna ekleyerek çatışmalara giren, kamusunu hem iktisadi hem de siyasal olarak tasfiye etmiş, yoksulların yoksullaştırılan ve hem iktisadi hem politik olarak borçlandırılan, Cumhuriyetin sembolü olan Çiftlik’in üzerine hukuk çiğnenerek oturtulmuş bir Saray’dan yönetilen ülkemizde cumhuriyeti savunacak erdemlerin başında yer alan cesaretin eksik olduğunu söylemek doğru olmaz. Peki ya özgüven?

Marx, on dokuzuncu yüzyılın toplumsal devriminin şiirsel anlatımını geçmişten değil, ancak gelecekten alabileceğini söylemişti ve geçmişin bütün hurafelerinden kurtulmadan da bunun mümkün olmadığını. Bugünün sorunlarına, geçmişten gelen korkular yerine, geçmişten alınacak güç ve geleceğe ilişkin bir hayal ile yönelebiliriz ancak.

HDP’li seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine merkezi yönetim tarafından kayyım atanmasıyla başlayan sürece tepki vermeyen, eşit yurttaşlığı, laikliğin sınıfsal içeriğini, sosyal haklarımızı ve barışı savunmayan bir cumhuriyetçilik bugün Erdoğan tarafından örgütlenen bir cenazenin ağıtçılığından başka bir şey değildir, kutlamaların gücü olsa olsa ağıtın görkemine ilişkin olabilir.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.