Dolar (USD)
32.58
Euro (EUR)
34.68
Gram Altın
2509.11
BIST 100
9693.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

19 Eylül 2021

Çocuklarımız Her Zaman Öğrenmeye Açık

Eğitimci yazar İhsan Kurt, çocuklarımız ve gençlerimizin öğrenmeye ve bilgiye açık olduklarını belirterek, “Onların sanat ve bilime olan ilgilerini çok iyi değerlendirmeliyiz” diyor.

İhsan Kurt Türkiye’nin birçok şehrinde, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda ve üniversitelerde hocalık yapan iyi bir eğitimci. Aynı zamanda memleketin dertleriyle hemdert olan bir aydın, yazar ve gönül insanıdır. Tam 40 esere imza atan İhsan Kurt Hoca ile eğitim dünyamızı, gençlerimizi, edebiyat dünyamızı ve eserlerini konuştuk. İşte sorularımız ve yazarımızın verdiği cevaplar:

Bir konuşmanızda “edebiyat psikolojimizin eksikliği”nden bahsetmiştiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Yüksek lisans tezi olarak hazırladığım ve Kültür Bakanlığı tarafından 1991yılında yayınlanan Türk Ata-sözlerine Psikolojik Bir Yaklaşım adındaki kitabımın yıllardır savunduğum fikirlerime sadece sınırlı bir örnek olduğunu da düşünüyorum. Aslında bu konuya daha sonra kısaca Dergâh dergisinde (Sayı 41, Temmuz 1993) yayımlanan “Edebiyat Psikolojisi İhtiyacı” başlıklı yazımla, ardından “Erik Ericsson’da İnsanın Evreleri ile Karacaoğlan’ın Şiirlerini Karşılaştırma” başlığı ile yazdığım (Milli Folklor, Yaz: 18, 1993) yazılarımda birer örneğini vermiştim. Benzer düşüncelerimi Psikolojiden Kültüre adındaki ese-rimde de yazmıştım. Çok geniş açıklamalar gerektiren bu konuyu burada tekrar etmekte pek fayda görmüyorum. Ancak burada kısaca birkaç cümle söylemek isterim.

Edebiyat ürünlerinin kahramanları psikolojinin bireyleridir. En azından bunun için edebiyat ile psikolojinin iç içe girmiş birçok ortak tarafları vardır. Edebiyat da psikoloji de bireyin davranışları ve yaşama şekilleriyle çok yakından ilgilenir. Fakat insanla ilgili bu ilgiler de edebiyat da psikoloji de kendi yapılarına uygun yaklaşımlar içerisinde bulunurlar. Edebiyat ve Psikolojiden hareketle Edebiyat Psikolojisinin bir ilmî disiplin şeklinde sistemleştirilmesi bunların kendi içerisinde zenginleşmesine de destek olacaktır. Gerek edebiyat eserlerinin tahlil, inceleme ve yorumlanmasında gerekse psikoloji biliminin bulgularını bazı edebiyat eserleri dikkate alınarak yorumlar yapılması kültürel zenginliğe daha fazla katkı sağlayacaktır.

Psikoloji-edebiyat ilişkisi sadece edebi eserlerin yorumlanmasında, açıklanmasında devreye girmez. Aynı zamanda bazı psikolojik bozuklukların tedavisinde psikoloji, edebiyat eserlerine ihtiyaç duyar. Bilindiği gibi bu ihtiyaçtan ‘Bibliyoterapi Yöntemi’ doğmuştur. Şiir, roman, öykü okutularak insanın bazı psikolojik rahatsızlıklardan ve gerginlikten kurtulduğu yapılan uygulamalardan anlaşılmıştır.

Edebiyat Fakültesi’nde hocamız Mehmet Kaplan biz talebelerine sadece edebiyatla yetinmememizi, psikoloji, pedagoji, sosyoloji, tarih, felsefe ve mantık gibi ilim dallarıyla da alakadar olmamızı tavsiye ediyordu. Bir edebiyatçı bu ilimlere niçin ihtiyaç duyar, duymalıdır?

Hatta Kaplan Hoca’nın önerilerine başta matematik olmak üzere biyoloji, fizik, kimya gibi diğer fen bilimlerini de ekleyebilirsiniz. Bir edebiyatçının bu alanda uzmanlaşmasını değil ama genel bilgi sahibi olmasını kastediyorum. Bütün bilimlerin sorular sorulmasının neticesinde felsefeden doğduğu söylenir, yazılır. Fakat bu bilimlerin evlendirilmesiyle, diğer bir söyleyişle disiplinler arası yaklaşımlarla daha çok özgünlüğe ulaşılır. Bir edebiyatçı, yazdıklarıyla diğer bilimlere ilgisi ve yakınlığı zayıfsa bir noktadan sonra kendisini tekrar etmekten kurtulamaz. Edebiyat Sosyolojisi, Edebiyat Psikolojisi, Edebiyat Tarihi, hatta Edebiyat Felsefesi gibi disiplinlerin yazarlara, sanatçılara, edebiyatçılara ufuk zenginliğinin yanında özgün eserler üretmesine de yardımcı olacağı bir gerçektir. Aynen Matematiğin, daha doğrusu Matematiksel düşünmeye sahip insanların olaylara, kurgulamalara, analizlere, değerlendirmelere karşı sistematik ve hızlı yaklaşmasına doğrudan yardımcı olacağı gibi.

Temel Malzeme Dildir

Yazmanın ve konuşmanın temel malzemesi dilin konuşma ile yazma ile davranış ve düşünce ile doğ-rudan ilişkisi vardır. Yani dil yapısı itibariyle tamamen psikolojik unsurları içinde taşır. Düşünce olur, konuşma olur, yazı-metin olur ve davranış olur. Ayrıca dilin ifadesinin biçiminde, metnin içeriğinde de psikolojik özelliklerden bahsedilir. Okuyucuda kelimelerin zihinde soyut veya somut çağrışımlar yapması, şekil alması ve bir anlam kazanması metnin yorumlanması ile doğrudan ilgilidir. Buradan da bir dil psikolojisi çıkarılır. Sadece birkaç başlık altında işaret edilen bu durumlar bile edebiyatın psikolojiye ihtiyacı olduğunun belirgin göstergesidir. Tabii ki bunun tersi de söylenebilir. Psikoloji insan davranışlarını sadece doğrudan gözlemlerden çıkarmaz öykü ve roman kahramanlarının belirli durumlara karşı davranışlarını inceler, sebep sonuç ilişkilerine psikolojik yorumlar da getirerek veriler elde eder.

Bu günlerde iki eseriniz okuyucuya ulaştı: Yazıya Yolculuk ve Kent Yalnızlıkları. Bu eserlerin muhtevasını sizden öğrenebilir miyiz?

Her insanın hayat tarzı, hayata bakışı farklı farklıdır. Kimisi bu tarza mecbur olduğu için veya mecbur edildiği için uymaya çalışır. Bazıları “öyle görünme” hevesi içerisinde bir hayatı seçer, bazı insanlar da vardır ki sadece ilgi duydukları değil aynı zamanda yapmaktan zevk aldıkları bir hayat içerisinde kendilerini bulurlar. Şahsen kendimi bu son grup içerisindeki şanslıların içerisinde görüyorum. Çocukken çocukça başladığım yazı yürüyüşüne devam ediyorum. Yazı, yazarlık, edebiyat, okuma, kültür konularında yazdığım denemelerin içinde bulunduğu kitabıma bunun için Yazıya Yolculuk dedim. Çünkü bir yazarın da söylediği gibi ben de “Yazmayla yürümenin belirli bir sırayla değişimini seviyorum.” galiba. Bu sevginin, gücün azalmaması için de okumaya yazmaya devam ediyorum.

Bir toplum içerisinde yaşamanın ve yazmanın sorumluluğunu duyanlardan biriyim. Yazarken yalnızım ama toplum içerisinde yaptığım gözlemler, anlatılanlar, yaşananlardan da etkileniyorum. Özellikle Ankara ve İstanbul gibi büyük kentlerimizdeki bazı gözlemlerimden Kent Yalnızlıkları doğdu. Kitabın alt başlığı “Yalnızlıklar ve Muhabbetler” adını taşıyor. İnsanın kendisiyle, insanın insanla buluşmasının bir hoş sohbet havası içerisinde anlatıldığı yazılar kitabın ikinci bölümünü oluşturmaktadır. Kitabın tamamını da okuyucuların okuduklarında huzur bulacağı yazılar olarak düşünüyorum.

Umudum Gençlerde Ve Gelecekte

Gençliğimizin edebiyata, ilme, sanata ve kültürel meselelere bakışını nasıl buluyorsunuz? Bu konuya dair önerileriniz var mı?

Çocuklarımız da gençlerimiz de her zaman öğrenmeye, bilgiye açık. Ancak biz öğretmenler, eğitimciler onların sanat ve bilime olan ilgilerini çok iyi değerlendirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Mesela okumayan, hatta kitaba soğuk duran bir öğretmenden okuyan öğrencileri nasıl bekleriz? Öğretmen anlatımından, bilgisinden daha çok davranışlarıyla öğrencilerine davranış kazandırır. Bu durum eğitim biliminin bir gerçeğidir. Cehalet karanlıklarını aydınlatmak için öğrencilerinin önünde yürüyen öğretmenler öncelikle kendileri aydınlığa, yani bilime, sanata, özgün ve özgür düşünceye sahip olmalıdırlar. Mevlana’nın dediği gibi yeni şeyler söyleyebilmek için buna ihtiyaç vardır.

Görev yaptığım yıllarda çocuklarımızın türkülere, şiire, şiir okumaya düşkün olduklarını tespit ettiğim-den bundan eğitimde faydalanmaya çalıştım. Dağ başları sayılabilecek köylerdeki birinci sınıf çocukla-rına matematiği (sayıları) bile şarkılarla, türkülerle öğrettim. Onların bu öğretimden haz aldıklarını gözlerinden okudum. Millî bayramlarda hemen hemen bütün öğrencilerimin şiir okuma isteklerini yerine getirmeye çalıştım. O durumlarda çocukların daha çok kendileri olduğunu fark ettim. Çocuklar kendileri oldukça sadece mutlu olmadım görevimi hakkıyla yaptığımı da fark ettim.

Gençlere gelince… Bu konuya “benim çalıştığım dönemde” diye başlamak istiyorum. Çünkü emeklili-ğimin üzerinden tam yirmi yıl geçti. Dolayısıyla yirmi yıl öncesinden, şimdilerde 40-45 yaşlarında olan gençlerin kültürel meselelerine ilgiden bahsedebilirim.

İnsan iltifat gördüğü alanlarda marifet gösterme çabası içerisinde olur. Aynı zamanda okuduğu okul-daki öğretmenlerinin rehber olup olmamaları gençliğin kültürel meselelere ilgisini artırır veya azaltır. Ki bu bilinen ve somut bir gerçektir. Ancak bir toplumun genelindeki tavır, zihniyet de bilime ve sanata ilgiyi-ilgisizliği doğrudan etkiliyor. Üniversitelerde görev yaptığım yıllarda gençliğin tavırlarını daha çok toplumun meslekleri ekonomik anlamda değerlendirmelerinin etkilediğini gözlemledim. Gençlerin haklı olarak iş bulma kaygılarının yanında toplumda bir statü elde edeceği, belki biraz para kazanacağı alanlara ilgileri daha fazla olmaktaydı. Zamanımızda da benzer kaygıların öne çıktığını söyleyebiliriz herhalde. Ne yazık ki eğer yer edebiliyorsa kültür de, sanat da bu kaygılardan sonra gelebiliyor.

Bilirsiniz İbni Sina’ya ait olduğu söylenen bir söz vardır; “İlim ve sanat takdir görmediği yerden göç eder.” Gençliğimizin, geleceğimizin edebiyata, ilme, sanata ve kültürel meselelere ilgilerini artırmak ve dolayısıyla kültürel zenginliğimize artılar kazandırılması için önce eğitim kurumları, sonra devletin her alanda çeşitli şekillerde takdir uygulamaları hayata geçirilebilir. Mesela ticaretle uğraşanlara bazı alanlarda vergi indirimi söz konusu olurken, kültürel ve bilimsel üretimde vergi alınması yerine maddi ve manevi destek verilebilir. İşin içine politize çürüme anlayışı girmeden nitelikli edebiyat ve araştırma eserleri dünya dillerine çevrilerek Türk kültür ve bilimi kalıcı olarak tanıtılabilir. Türkiye Cumhuriyeti diğer dünya devletleri arasında asıl itibarını bu şekilde artıracak ve kimsenin de bundan şüphesi olmayacaktır. Benzer örnekler daha da çoğaltılabilir. İşte bu durum karşısında gençlerin bilime, sanata, kültürel meselelere bakışı, ilgisi daha sağlıklı olarak gelişecektir. Sadece bazılarını işaret ettiğim engellere rağmen gençlerin kültüre, edebiyata, sanata, bilime ilgilerini yine de zayıf görmüyorum. Umudumun gençlerde ve gelecekte…

Bütün dünyada ve bizde olağanüstü bir dönem yaşandı: Koronavirüs salgınının kültür dünyamıza yansıması nasıl oldu? Yazarlarımız bu süreçte yazmaya devam etti mi? Ahvali nasıl?

Salgın daha çok evde kapanmaya sebep olduğu için insanlar bu süre içerisinde ilgilerine yönelik uğ-raşmaları seçmişlerdir. Bazıları evde televizyon seyretmeye, bazıları kitap okumaya, resim yapmaya, hatta el sanatları üzerinde çalışmaya ve benzerlerine zaman ayırmışlardır. Bir kısım insanlar da günlük yürüyüş ve sporlarını aksatmamaya çalışmışlardır. Bütün dünyayı etkileyen salgın ülkeleri de çok değişik şekilde baskı altına almıştır.

Türkiye’de kültür dünyasının farklı alanları (sinema, tiyatro vb.) da kendi özelliklerine göre etkilen-mekten uzak kalamamışlardır. Ancak edebiyat için, edebiyat eserleri ve dergiler için söylenebilecek etkiler diğer alanlardan biraz daha farklı olmuştur. Belki basılı olarak kitap yayınlarının düştüğü, yayı-nevlerinin çok az kitap bastığı söylenebilir. Ancak kitap ve dergi yayınları salgın döneminde hem dijital ortamdan daha fazla faydalanmışlar hem de giderek dijital ortama ağırlık vermeye başlamışlardır. Yazarlar, ‘Blok yazarlıkları’nın yanında bu dönemde sayıları artan dijital dergilerde, yazılarını okuyucularına ulaştırma çabası içerisinde olmuşlardır.

İnsanların diğer uğraşılarının yanında okumaya daha fazla zaman ayırdıkları da bir gerçektir. Çünkü okuduğum birçok yazının yanında çevremden aldığım bilgilere göre kitap okumaya salgın döneminde “düşkünlük” giderek artmıştır. Hatta bazı insanlar bu dönemde okudukları kitaplarının sayısının son 7-8 yılda okumuş oldukları kitap sayısından daha fazla olduğunu dile getirmişlerdir. İnsanın bazı alanlarına kısıtlama, engelleme getiren salgın, kitap okumaya ve hatta yazmaya gelince artılar kazandırmıştır denebilir. Ayrıca insanların bu dönemde daha fazla çevirim içi ortamlarda zaman ayırdıklarından dijital okumalar daha da artmıştır.

Belki nitelikleri tartışmaya açılabilir ama ülkemizde yazar sayısının salgın döneminde arttığı da bir gerçektir. İnsanlar okumaya yönelirken düşünmenin, duymanın, hissetmenin yazıya geçirilmesi ihtiyacını da duymuşlar ve bazıları kaleme sarılmışlardır. Bu dönemde yazılanların ne kadarının edebiyat adına, sanat adına değer taşıdıkları veya taşıyacakları ileriki zamanlarda ortaya çıkacaktır.

Heveslilerin bu dönemde yazmak için kaleme sarıldıklarını söylerken mevcut yazarların daha az eser-ler ürettiklerini ifade etmek bir çelişki olur gibi geliyor bana. Yani yazarlar salgın sürecinde zorunlu evde kalmanın getirdiği fırsattan da yararlanarak daha fazla yazdıklarını, daha fazla ürettiklerini düşü-nüyorum. Ancak salgın süreci bazı yazarlara fiziki kısıtlamaların yanında sosyolojik ve psikolojik etkiler yapmıştır. Mesela toplum içerisinden uzaklaşmakla veya eve kapanmakla kaygılar ve sıkıntılar yaşayan kalemlerin yazmaları, üretmeleri sekteye uğramıştır. Henüz söylediklerimizle ilgili bir araştırma verisi olmadığı için tam olarak bir şey söylenemeyecektir. Belki ileriki zamanlarda bu konular bilimsel olarak araştırılacak, salgının yazarlar ve üretimleri hususunda daha gerçekçi bulgular yayınlanacaktır. Belki üniversitelerimizin ilgili bölümleri bu konularda araştırmalar yaptırıyorlar veya yaptıracaklardır. Biz de işte o zaman daha gerçekçi verilere ulaşacağımızı umuyorum.

A Karakoç İle Yakın Dostluk

Abdurrahim Karakoç hem komşunuz hem de yakın dostunuzdu. Hakkında kıymetli bir eser de yazdınız. Bize ondan bir hatıra nakledebilir misiniz?

Özü, sözü ve yaşayışını uyum içerisinde gördüğüm, tanıdığım dost bir şair Abdurrahim Karakoç. Kara-koç’la ortak hatıralarımız çok fazla. Bunların birçoğunu kitabımda yayınladım. O, “Ölüler toprağa gö-mülür, hatıralar yüreğe. Toprak mı vefalı, yürek mi vefalı? Bilmiyorum… Sevdiklerimi de sevmedikle-rimi de kendi değer ölçüleri içerisinde hatırlamayı borç kabul ediyorum.” demiştir. Abdurrahim Kara-koç ile ilgili hatıralarımın kırk yılın üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu yıllardan on beş yıla yakını onunla karşılaşmadan, yirmi beş yıldan fazlası da onunla yakın dostluğumuzun devam ettiği yıllardır. Hatıralar dediğimde yine Karakoç’la ilgili bir mısra gelir, oturur dilimin ucuna. Çünkü ona bir gün “Unutmak istemediğiniz hatıralarınız nelerdir?” diye sorduğumda şaire yakıştığı gibi şu dörtlükle cevap vermişti: “Gerçeğin yalandan en bariz farkı / Uzağa atarsın, yakına düşer… / Öyle anlar, öyle simalar var ki / Unutmak istersin aklına düşer.”