Görüşler

Ceyhun Çiçekçi yazdı: Filistin’i stratejikleştirmek

Ceyhun Çiçekçi yazdı: Filistin’i stratejikleştirmek

Bandırma 17 Eylül Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve “Arap Baharı Sonrası İsrail Dış Politikası: Kavram, Bağlam, Pratik ve Kuram” kitabının yazarı Ceyhun Çiçekçi, Filistin’de yaşanan olayların ardından nelerin yapılabileceğini değerlendiriyor.

Son günlerde yaşanan gelişmeler, Filistin sorununun Soğuk Savaş yıllarından miras alınan en kanlı ve en çetrefil sorunlardan biri olduğunu tekraren bizlere göstermiş bulunuyor. Türkiye, söz konusu sorun kapsamında yıllar yılı belirgin bir pozisyon sergilemiş olsa da nihai kertede trajikomik gelişmelere de sahne oluyor. Bu bağlamda, yazıya başlarken vereceğim örnek, Türkiye’nin belki de Filistin sorunu kapsamındaki ‘çabalarının’ da özeti niteliğinde.

18-05/21/screenshot_3.jpg

Malum olunduğu üzere geçtiğimiz aralık ayında netleşen ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması planı, İslam coğrafyasında ve kademeli olarak uluslararası toplumda yankılandığı gibi Türkiye’de de sert tepkilere yol açtı. İlkesel olarak, 1947’deki paylaşım planı uyarınca Kudüs’ün uluslararası bir statüye sahip olması önermesinden gelinen nokta, elbette içler acısıydı. Lakin özellikle akademik camiadaki tepkiler, söz konusu trajikomedinin berrak bir karesini sunuyordu. O tarihlerde yaşanan ABD büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınması krizi, Türk akademyasında Kudüs üzerine yoğunlaşan birimlerin tesis edilmesi fikrine uygun bir rüzgâr yaratmıştı. Buna mukabil, alanın değerli akademisyenleri kurdukları Kudüs araştırma merkezlerini sosyal medyadan kıvançla duyurarak, bunun Türkiye’de bir ilk olduğunu özenle belirtmişlerdi. Bu yapılırken tarihler 2017’yi gösteriyordu. Yani Kudüs’ün doğusunun İsrail tarafından işgalinin üzerinden tamı tamına 50 yıl geçmişti…

Filistin davası, Türkiye özelinde olmamakla birlikte, hemen bütün bölgesel güç olma iddiasındaki devletlerin Arap coğrafyasında kendisine alan açmak ve liderlik elde etmek amacıyla aktive ettiği banko seçenek.

Fakat söz konusu sosyal medya paylaşımları bir süre sonra Kudüs üzerinden bir nevi akademik yarışa dönüştü. Kim daha önce davranmıştı ve Kudüs’ü gündemine almıştı? Bu bağlamda iddia sahibi akademisyenin paylaşımına bir fotoğrafla cevap veren bir başka akademisyen, Kudüs üzerine çalışmalar yapan bir birimin kendi üniversiteleri bünyesinde daha önceden kurulduğunu ve bu vesileyle de ilk Kudüs araştırmaları birimine kendilerinin sahip olduğunu söylemek istiyordu. Fotoğraf karesine odaklandığınızda ise trajikomedinin son ve vurucu perdesiyle yüzleşiyordunuz. Söz konusu fotoğraf karesinde birimin tabelası ve kurulduğu tarih yazılıydı. İlk kurulduğu aşikâr olan merkez, diğerinden sadece bir yıl önce, 2016’da kurulmuştu…

Yukarıda anlatılan anekdot, aslında Türkiye’nin Filistin politikasına yönelik de oldukça doyurucu bir öz veriyor. Dönemsel olarak kabaran ve aşırı tepkisel bir nitelik sunan duygu yüklü politika kurgularıyla ancak bu kadar hazırlanabiliyoruz geleceğe…

Büyükelçileri kovuyoruz, konsolosları kovuyoruz, askeri anlaşmaları iptal ediyoruz, ticareti durdurma çağrıları yapıyoruz, diplomatik zirveler düzenliyoruz, kararlar çıkarttırıyoruz, kınıyoruz da kınıyoruz…

Bütün bir cumhuriyet tarihine bakıldığında aslında bunları pek çok defa denediğimizi rahatlıkla tespit edebiliriz. Defalarca aynı yöntemleri kullanmışız ve defalarca herhangi bir sonuç elde edememişiz Filistin davası yararına. Tek somut faydası, Hz. İbrahim’le karıncanın hikâyesi misali, safımızı belli etmek olmuş…

Filistin sorununu ve İsrail’in sebep olduğu katliamları ve yıkımları salt bir vicdan dairesinden değerlendirerek varılabilecek net bir sonuç yok gibidir. Realist bir değerlendirme ve Filistin’i bu değerlendirmenin merkezine koyma gereği gün gibi ortadadır, şayet Filistin’e sahici katkılar yapmak istiyorsak.

Filistin davası, Türkiye özelinde olmamakla birlikte, hemen bütün bölgesel güç olma iddiasındaki devletlerin Arap coğrafyasında kendisine alan açmak ve liderlik elde etmek amacıyla aktive ettiği banko seçenek. Her kim Arap coğrafyasında etkin bir aktör olmak istiyorsa ilk el attığı konu başlığı, Filistin sorunudur. Bu hem yüzyıllık haksızlığı dillendirerek normatif bir üstünlük sağlamakta hem de Arap kitlelerin devlet katındaki ‘temsilleri’ aksine gönlünü alan popülist bir işleve sahip. Ayrıca Müslüman kamuoylarına sahip devletlerde Filistin, yaşanan trajik gelişmelerle birlikte aniden kabaran bir dalga misali ilgili hükümetleri zor durumda bırakabiliyor. Müslüman toplumların devletleri, hele bir de demokratik denetime tabilerse, bu bağlamda yaşananlara kayıtsız kalamıyor. Kimi Müslüman ülkelerin bugün İsrail’le aynı safta durabilmelerinin arkasında ise söz konusu demokratik denetim eksikliği yatıyor. Ancak askeri bir darbe ya da saray ihtilalinden korkan söz konusu devlet elitleri, cılız da olsa ses çıkarmak zorunda kalıyor ve bu genellikle de gönülsüzce oluyor.

Filistin politikalarının gerçekçi bir zemine oturtulması ise ancak Filistin’in stratejik bir değer (asset) olarak tanımlanmasıyla mümkün. Ancak ve ancak reel bir kazanım olarak görüldüğü ve ulusal çıkar tanımının kapsamına girdiği takdirde, Filistin sorununda çok daha sahici bir pozisyon alabiliriz. Konuyu teknik bir düzeyde ele almak ve kamuoyu desteğini de bir payanda olarak değerlendirmeliyiz. Hele de neredeyse bütün bir halkımızın bu haksızlığa gözyaşı döktüğünü ve sesini yükseltmek istediğini düşündüğümüzde…

Devletler dünyası, bireyler olarak yaşadığımız duygusal köpürmelere alan açmayan sertlikte bir mecra. Her devlet, nihai kertede bekasını merkeze alarak, buna uygun politikalar kurgulamakla mükellef. Bu yaklaşım, antikiteden bu yana süregidiyor. Yine dönemsel olarak küre çapında farklı eğilimler ivme kazansa da dönüp dolaşıp realist bir dünya düzeniyle başbaşa kalıyoruz. Hele bir de bu kuramsal perspektifleri bölgelere dağıtırsak, kuşkusuz ki Ortadoğu hiçbir dönem liberal bir düzene sahip olamadı. Güç dengelerinin her daim kendini yenilediği ve dayattığı bir coğrafyada liberal barışın yüzeysel bir biçimde dillendirilmesi hiç şüphesiz ancak naifliğe işaret eder. Söz konusu niyet ve amaç kalıcı bir barış sağlamaksa, ortaya net ve gerçekçi yol haritaları koymak gerekiyor. Bunun haricindeki barış söylemleri, özellikle de Ortadoğu’da akim kalmaya mahkûm. Kısacası Filistin sorununa bir çözüm üretmek ve İsrail’i dizginlemek amacındaysak, bunun yolu söz konusu ülkeyi dengelemekten geçiyor.

Politik düzeyde vuku bulacak bir dengeleme, yıllar yılı olduğu gibi, ancak ve ancak uluslararası örgütlerde İsrail aleyhine çıkarılacak ve İsrail’in asla uymayacağı kararlar anlamına geliyor. Bu zaten yıllardır uygulanagelen bir teknik. İsrail’in küresel düzeyde sağladığı ABD desteği, uluslararası örgütlerden çıkacak kararların ya veto edilmesini ya da umursanmamasını beraberinde getiriyor. Kısacası diplomatik yöntemler, İsrail’i sınırlandırma noktasında işe yaramıyor. Bunun tarihte tek istisnası ise Madrid Konferansı ile başlayan süreç. Lakin bu dönem, Sovyetler’in dağıldığı, iki kutuplu uluslararası sistemin çözüldüğü ve ABD’nin tek kutuplu bir dünyayı tescil ettirmek için giriştiği ‘barış konferansları’ dönemi. Kısacası ABD’nin hegemonyasını pekiştirebilmek adına ‘barış konferansları’ yoluyla rıza aradığı bir süreç…

İsrail’in askeri dengelenmesi ise kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede mümkün görünüyor. Bugün itibariyle Arap Baharı’nın enkazında yayılmacı bir profil sergilese de İran’ın oynadığı rol, bu tanımı aşağı yukarı karşılıyor. İsrail’i özellikle nükleer güç elde ettiği takdirde dengeleyebilecek bir İran, Filistin’i de dolayısıyla stratejik bir akılla okuyor. Gazze ve Batı Şeria’da yaşanan insani trajediler ancak bu kurgunun kamuoyuna kabul ettirilmesi noktasında fonksiyon yükleniyor. Peki Türkiye, Filistin’i neden gerçekçi bir zeminde tahlil edip buna münasip politikalar kurgulamıyor?

Bugün itibariyle Filistin coğrafyasına harita üzerinden bakıldığında, İsrail’in kıyı şeridini tuttuğu ilk anda fark edilir. Bu kıyı şeridi, Gazze şeridi istisnasıyla, Batı Şeria’ya uzaklığı bakımından yer yer 12 kilometreye kadar kısalan oldukça dar bir coğrafyadır. Gazze şeridi de hakeza benzer bir darlığa sahiptir. Kısacası stratejik derinliği olamayacak bir alandan bahsediyoruz Gazze’yi andığımızda. Teritoryal derinliğin olmaması, Gazze gibi Güney Akdeniz’e yaslanan bir coğrafya için büyük bir kayıp anlamına gelmiyor elbette. Özellikle 2009 ve 2010 yıllarında Güney Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz yataklarının devamı ya da bir benzeri potansiyel, Gazze’nin ve dolayısıyla Filistin’in muhayyel karasuları ve münhasır ekonomik bölgesine tekabül edebilir. Bu coğrafyanın, özellikle de Kıbrıs sorunu kapsamında değerlendirilmesi ve kompakt bir deniz stratejisi geliştirilmesi gerekiyor. Ayrıca ilerleyen dönemlerde Gazze’de elde edilecek askeri imkânlar, Akdeniz’in iki yakasında Kıbrıs’ı kıskaca alacak bir Türkiye profiline dönüşebilir. Bu bağlamda, İsrail’le olan irtibat da koparılmamalı ve özellikle HAMAS’ın İran’dan ziyade Türkiye’yle birlikte hareket edebilmesinin politik zemini her daim hazır tutulmalıdır. Gazze ile sağlanacak direkt bir irtibat, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ve Yunanistan’ın da elini zayıflatacaktır. Aksi de Türkiye’nin.

Batı Şeria’da ise durum biraz daha farklı. Gazze’nin Akdeniz’e yasladığı sırtı, Batı Şeria’ya nazaran kendisine alan açıyor. Hâlbuki Batı Şeria son derece karasal ve kendisini denizler ve açık sular üzerinden irtibatlandırmaya imkânı yok. Gazze’yle direkt bir teritoryal teması olmadığını, bu bağın İsrail stratejisi dâhilinde koparıldığını belirtmekte de fayda var. Ürdün ve İsrail arasında sıkışıp kalan Batı Şeria, göreceli olarak dezavantajlı bir pozisyonda. Bu sebeple de buradaki bir yönetimin, Ürdün’le ya da İsrail’le iyi geçinmekten başka yapabileceği bir şey yok. Şimdi 1990’lardaki ‘barış konferanslarını’ bir de bu perspektifle okuyun… Zaten bu sıkışmışlığı aşabilmenin yollarını zamanında Filistinliler de aramış ve 1970’te Ürdün’de bir ihtilal yapmaya çalışmışlardı. Kısacası bugün Batı Şeria üzerine geliştirilecek stratejilerde Ürdün esas alınmalıdır. İsrail’in Batı Şeria’daki askeri işgali ve birbiriyle irtibatını kopardığı Filistin birimleri elbette başlı başına bir sorun. Bu sürecin sonlandırılması, İsrail’in askeri varlığının bu bölgeden çekilmesi, yapılabilecek anlaşmalarla mümkün. Hali hazırdaki baskın kuvvet olarak İsrail’i ve kamuoyunu teskin edecek teritoryal tavizler de verilebilir. Aslolan burada bir an önce bütünlüklü ve işlevsel bir yapının ortaya çıkarılması olmalıdır.

İsrail’in bir biçimde askeri olarak dengelenmesi, bölgedeki ittifak yapılanmalarıyla da ciddi biçimde alakalıdır. Özellikle Arap Baharı’nın en ateşli dönemlerinde, Mısır’da Mübarek yönetiminin devrilmesi ve Türkiye’nin de yakın bir müttefiki olarak seçimle işbaşına gelen Müslüman Kardeşler yönetimi, İsrail’in korkulu rüyası olmuş ve kısa bir süre sonra da bir askeri darbeyle Mısır’daki Mursi yönetimine son verilmiştir. Kısacası İsrail’in bölgede dengelenmesi, hususiyetle Mısır’daki potansiyelle ve Türkiye’nin bu ülkeyle kuracağı irtibatın sağlamlığıyla da yakından ilintilidir. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in bir biçimde etkili bir aktör olarak sahaya dönmesi, Gazze ile varolan karasal bağlantı da göz önünde bulundurulduğunda, Filistin’in stratejik olarak güçlenmesi anlamına gelecektir. Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerini bu perspektifle dizayn etmesi ise Filistin’in hayrına çalışılacak en önemli politika kalemlerindendir. Ayrıca Mısır, Türkiye’nin Akdeniz siyaseti açısından da oldukça mühim bir ülkedir. Darbeci Sisi yönetiminin özellikle Yunanistan’la geliştirdiği askeri ilişkiler, Türkiye’yi Akdeniz coğrafyasında çevrelemenin de elemanı olarak kullanılmaktadır. Bütün bu sebepler, Filistin politikasıyla entegre bir biçimde kompakt bir stratejiye alan açmalıdır.

Sözün özü, Filistin’de yaşanan insani trajediler elbette insanlık adına utanç vericidir. Lakin bunu yapan aktörü hukuksal olarak sınırlandıramıyorsanız, aynı yollarla bunu tekraren denemenizin de fazlaca bir anlamı yoktur. Filistin, özellikle de devlet elitleri nezdinde bir an önce stratejik bir akıl çerçevesinde konumlandırılmalı ve buna mukabil politikalar geliştirilmelidir. Ramazan ayını idrak ettiğimiz bugünlerde Kudüs’ün içerisine düşürüldüğü durumu ancak gerçekçi perspektiflerle aşabiliriz. Ağlayarak ya da sızlanarak değil.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir