Bir hüzünlü Veda - (Şehit öğretmenlerin anısına)

        

         Fakültede rakiptik, isimlendiremezdim içimdeki duyguyu; öfke, kızgınlık, nefret ya da kıskançlık. Hepsi sandığım da olurdu. Ya o birinciydi ya ben. Kendi notumdan önce ona bakardım. Belki de bu okulda tek önemli eğlencemizdi, fakirdim, fakirdi, fakirdik. Çoğu derste olduğu gibi Dil Bilgisinde de iyiydik.

 

         Her şeyde rekabet vardı ya, önce o öyküler yazdı, sonra ben. Önce ben şiirler yazdım, sonra o. Gizlice okurdum onun şiirlerini, öykülerini. Okudukça görürdüm; bir hüzünlü hava, geliştikçe gelişen bir tarz.

 

Bakışlarında hep hüzün, bir kırılganlık, bir naz.

 

         Tam da sınav zamanıydı, iki sene önceydi. Memlekete gitti, dönmedi, birkaç sınava girmedi. Önce sevinmiştim, sonra duydum; ‘Fakirlikten gelemedi’.

 

İçimde soğuk rüzğarlar esti, kalbim kendime küstü. Çankırı’da,  bir soğuk köyde babası ölmüştü.

 

Anası kalakalmış, üç işsiz çocukla, dul. Ne bir çalışan, ne para-pul. Yol parası bile bulamamış, yok yok içinde, bırakıp gelememiş. Tel tel zülüflerinde baharlar solmuş.

 

Sonra duydum, onu seven bir öğretmen burs bulmuş.

 

Ah! Gözleri hançer, yüreği pamuk Zülfiye o gün mü başladım seni sevmiye, yoksa o, anladığım gün müydü sade.

 

Silip tüm rekabeti ve soğukluğu, “Hoş geldin” demiştim, başım eğik, suçlu suçlu.

 

O sene uğraşıp, didinip toparlamış, geçmişti. Son sınıfa da başı dik girmişti.

 

Son sınıfta, içimde konuşma umudu, uğraşıp durmuştum. Yiyip kendi kendimi, kendimi yormuştum.

 

Anlamıştım, baharlar gülüşünde gizlenmişti. Tüm güzellikler, gözlerinde dinlenmişti. Günlerin gelip-geçtiğini farketmeden, mutluydum yanında. Onunla güzeldi kış, onunla güzeldi yaz, en güzelini onunla yaşadım baharın da.

 

Heyhat, baktığı her gençte, içimde büyüyen korku; Başkasını mı seviyordu !  Yığıldı durdu,yığıldı, her ümidin ardında bir korku, bir sıkıntı.

 

Korkularla ve yersiz ümitlerle geçivermişti koskoca aylar, geçivermişti bir anda. Söyleyememiştim, kalmıştı sevgim, gönlümün yalnızlığında.

 

Son sene de Zülfiye olmuştu birinci. O sevinirken paylaştım sevinci. İçime ayrılığın acısı düşmeden önce. Vedalaşırken de, saklayıp elemi, toplayıp cesareti, söyleyememiştim, onu ne çok sevdiğimi.

 

Bir arkadaştan duydum, hemen başvuracakmış öğretmenliğe, “işe ihtiyacım var.” diye.

 

Bir daha görebilirim diye uğraştım, durdum. Sonunda değiştirip bütün planlarımı, ben de öğretmenliğe başvurdum.

 

İki ay kadar sonraydı, açıklanmıştı sonuçlar. Asılı kağıtlarda şehir yazmıyordu, gidip, öğrendim kendiminkini. Çıkıp bekledim aynı şehir olsun diye dua ederek onun ilk tayinini.

 

Gelmişti sonunda, yine yüzünde bir hüzün, yine hançer bakışları. Ceylan gibi ürkek adım atışları. Merhabalaştım, kaçamak baktım evraklarına. Başka başka şehirler alıp götürüyordu onu benden, gönlümün içine, gözümün ise çok uzaklarına.

 

Gidiyordu işte, içimden kızgın nehirler akıp geçiyordu. Karşılıksız sevdalar oynuyordu kalbimdeki her filmde.

 

Bir kenara bırakıp nice nice korkularımı, toplayıp birikmiş cesaretimi, söyledim sonunda, onu ne çok sevdiğimi, ayrılığın ilk, umudun son gününde.

 

Biliyordum oysa karşılıksızdı sevdam, belliydi… belliydi her halinde. Yine de fısıldadım; “Seni seviyorum” diye.

 

Görür gibi baktı, görülmeyen ufuklara. Susup cevap vermedi sevda ilanıma. Hiç duymamış gibi davranıp gülümsedi; “-Özleyeceğim Ankara’yı” dedi usulca.

 

Sustuk, dakikalar mıydı geçen, asırlar mıydı ? Bilemedik, sustuk.

 

         İnceden bir yağmur yağıyordu. O benim konuşmamı bekliyordu, ben konuşmaktan

korkuyordum. Yağmur gözlerimize iniyordu, belli etmeden siliyordum. Gözleri, gözlerime değince yanmaktan korkuyor, kaçırıyordum.

 

Önce bulutla kapandı üzerimiz ve bulutlar benden önce başladı, ağlamaya halimize.

 

         -Yağmur yağıyor , dedi usulca.

 

         -Evet , diye fısıldadım.

 

         Yıllardır herkes biliyor gibiydi, sevgimi, ama yıllardır o anlayacak diye korkuyordum. Oysa, onun da yıllardır bildiğini de şimdi anlıyordum. Kimsesiz bir aşkı yaşamıştım, yanıbaşında sessizce.

 

         Bir yağmur yağıyordu inceden ince. Şimşekler çakacak gibi geliyordu, gözlerimiz birbirine değince. Sustuk, konuşmak isterken delice.

 

         Gökkuşağını gördü ,

 

         -Ne güzel , dedi usulca.

 

         -Evet , dedim yine.

 

         İnceden bir yağmur yağıyordu gözlerimize.  Bir şey söylemek ister gibiydi, vazgeçti sanki. Bir soğuk rüzgarla titredik. Fakirdim, fakirdi, fakirdik.

 

“Acaba” dedim, seviyor da korkuyor mu geçimden. Ah, neler söylemek geçiyordu, neler içimden. Başlamadan biten bir şarkı, ayrılıktan bir fasıl.

 

 Fısıldadı yine usul usul; “Gitmem lazım, otobüs saati yakın.”

 

Ah, canım, ne çok yakışır saçlarına, güller takın. Ben özlerken seni uzak memleketlerde, gül, Ki yakışır güzelliğine. Gülümsedi, güldü gül yüzü.

 

         -Bir gün döneceğim.

 

           Bir umut yakalamış gibi çırpınırken kalbim, dudaklarımdan umutsuzluk döküldü; “Belki !. “

 

         -Döneceğim. . .

 

         Sustuk, dakikalar mıydı geçen, asırlar mıydı ? Bilemedik, sustuk.

 

         İnceden bir yağmur yağıyordu gözlerimize.

 

         Elini uzattı, bu eli ilk defa tutmayı istemedim, tuttum.  Bir an bütün hüzünleri unuttum.

 

         -Görüşürüz , dedi. “Belki”  bile diyemedim.

 

         Gözlerindeki yağmurları gördüm. Döndü gitti. Önce gökkuşağı kayboldu, sonra yağmur durdu. Yanaklarım hâlâ ıslanıyordu.

 

         ****                                    ****                                    ****

 

         Uzak diyarlarda özledim durdum onu. Bir umut verse koşardım belki. Sonra, …sonra dayanamayıp  mektuplar yazdım, mektuplar ki hep cevapsız.      

 

         Mektuplar yazdım ona, hiç mi sevmedi beni diye ağladım, bakıp bakıp uzaklara, sessizce, usulca. Cesaretime şaşmıştım oysa, söylerken aşkımı veda anında.

 

         Yıllarca rakip olmuştuk, ne zaman başladı sevdam, ne zaman başladı yangınım, bilemedim. Ondan sonra kimseyi böylesine sevemedim.

 

                    Sana bu son mektubum                

   

         Sana bu son mektubum olacak. . . . bir dahakine kadar. Hep öyle olmuyor mu!. .

"Bu son. . . "diyerek kaç mektubu bitirdim. Kalemi bırakırken bulduğum

kişiliğimi, hasret uzadıkça yitirdim.

 

         "Bu son, bu son. . . "  Neyin sonu, mektubun mu, ağlayışların mı, vefasızlığının

mı ? "  Bu son. . "   yazdığımda içimden geçen ince bir sızı hatırlatıyor, ne son

mektubum olduğunu, ne de cevapsızlığının son olduğunu.

  

Burda akşam erken iniyor, dağlardan süzülerek. Uyku geç giriyor gözlerime.

Uykusuz kalıyorum gecelerce, gözlerin gözlerimden gidene dek. Uykularım baykuşlarınkine denk.

 

         Gözlerim ufukta, Ilgaz’a doğru dalıyorum. ‘Sen yaşadın’ diye, Seni görecekmiş gibi

 Memleketine Çankırı’ya bakıyorum.

 

Dağlardan gelen kurt ulumaları bölüyor uykumu sonra. Sonra, sonra. . . yine yalnızlığım yanıbaşımda ve gözlerimde sen, veda edişinle Ankara.

 

         Sabahlar erken oluyor burada. Kuş sesleri, köpek havlaması ve horoz sesi

delicesine uyandırıyor beni. Bakıyorum, hüzün kollarımda, sen uzaklarda.

 

         Memuriyetimin kaçıncı yılı burada, bilemiyorum. Çünkü, senden ayrı olunca,

yalan söylüyor takvimler, yalan söylüyor saatler. Asırlar geçiyor beş dakkada.

Gönlümde nice kış yaşanıyor bahar günü. Biliyor ağaçlar, çiçekler, kuşlar seni

düşündüğümü, baharı bensiz yaşıyor. Ben de tufanlar, kar, boran, fırtına. Bende

gün hep kış günü.

 

         Güvensem sana, alıp başımı düşeceğim yollarına. Bahar demeden kış demeden.

Yolların uzak, demeden, dereden-tepeden. Korkuyorum kî, sen hayâlimdeki kadar

bile bakmayacaksın yüzüme, uzanmayacaksın uzanan ellerime. Bu satırları yazma

hakkım bile kalmayacak. Gözlerin beni yine yakacak, bu kez sönmemecesine. Ve

korkuyorum sana gelmekle, taş yüreğine kibirler taşırım diye.

 

         Bitiriyorum sözümü yine sitemle, yine gözlerim hayâlinde ve ezikliği

umutsuzluğun, yüreğimde. Ama unutma, duygularım büyüyecek. Bir gün

vefasızları unutmayı öğreneceğim; sen koşsan bana yıllar sonra, ben döneceğim,

sen gelsen ben gideceğim. Elbet, elbet gün olacak sensiz de güleceğim, şimdi

inanamasam da. . .

 

    öyle bir gurbetteyim kî

      sen yoksun.

    Bu şehirde rüzğarlar eser

      senin kokunu getirmez.

    Kızlar dolaşır caddelerinde

      hiçbiri sana benzemez.

    İçim burkulur, baktıklarımda

      seni göremedikçe.

    Birikir birikir, kaçar

      yaşlar gözlerimde.

 

Anlamam lazım diye düşündüm, anlamam; ‘karşılıksız sevda’ dan. Son mektubumu gönderip, kestim ümidimi postadan.

         ****                                    ****                                    ****

Günler kovaladı günleri, bahar bitti yaz bitti. Ne haber, ne mektup gönderdi gönlümün güzeli, gönlümün dilberi. Her akşam posta yolu gözleyi gözleyi, umutlarım tükendi gitti.

         ****                                    ****                                    ****

Yolum bir gün Ankara’ya düştü, rastladım bir eski arkadaşa. Dayanamayıp sordum tek tek, sıra geldi ona; ”-Duymadın mı?” dedi toplayıp acıları bakışlarına. Kötü haber, müjdecisi gibi, uzaklarda bir baykuş öttü. “-Aylar oluyor, aylar!” dedi, “Eğitim askeri gibiydi, şehit düştü”.

         ****                                    ****                                    ****

Göç etti gönlümden ümitler bir anda, son bakışı canlandı karşımda, küçük çocukların başını okşar gibiydi yine, yine mum gibi ışıtıp çevresini eriyordu işte. Çölde açan bir güldü, Önce ailesi için yaşadı, sonra çocuklar için öldü.

 

Orda da fedakarmış. Bir yaramaz yakmış, soba parlamış. Kurtarmış çocuğu ama , ağır yanmış yanağından. Ölünce, ağıtlar yakmış talebeleri ardından, tabutu görünmemiş güllerden.

 

“Niçin?” diye sordum, olmalıymış gibi bir sebep. Önce mırıldandı; “-Zalim zalimdir hep, zalim zalimdir hep.”  Sonra anlattı usulca, suçu öğretmen olmakmış doğuda.

 

Bir sabah vaktiymiş, sehpada bir Kuran, bir şiir kitabı yatakta ve gönlünde büyük ümitler, ümitler ki, şimdi çok uzakta. Bir teröristin hain kurşunuyla, vurulmuş işte. Bir göz soğuk lojmanındaymış, tam da uzanmış, alnı secde de. Koynunda annesinin resmi, masada kalemler ve ABC.

11-Şubat-2007 17:20  Ahmet Ünal ÇAM  [email protected]


 

YORUM EKLE