|
Camilerin boş kalmasının sebebi pantolon mu?

İstanbul’daki kültür mahfillerinden biri de meşhur “Küllük Kahvesi”ydi. Şehir ve medeniyet konusuyla ilgilenen herkes, Küllük Kıraathanesi’nin hiç değilse adını duymuştur. Bu arada şunu da söylemek isterim ki İstanbul’da iki Küllük vardır. Birinci Küllük Bayezid Camii’nin hemen yanı başındaydı ve asıl Küllük burasıydı. Bin dokuz yüz ellili yıllarda Bayezid ve çevresi değişime uğrarken bu kıraathane de – maalesef – ortadan kaldırıldı. İkinci Küllük ise, ki diğer bir adı da “Marmara Kıraathanesi” dir, yine Bayezid’de ama caddenin üstünde bulunuyordu. Buranın müdavimlerine de “senatörler” kelimesinden yola çıkarak “Marmaratörler” deniliyordu. Birinci Küllük tarihe karışınca müdavimleri de işte bu ikinci Küllük’ü mekan kabul ettiler. İkinci Küllük hakkında iki kitap yayımlandı ama birinci Küllük’le ilgili merhum Sıdkı Akozan’ın “Küllükname” isimli manzum risalesinden başka bir eser yok.

Bendeniz birinci “Küllük”e yetişemedim ama ikinci Küllük’ün, nam-ı diğer Marmara Kıraathanesi’nin son günlerine mülaki oldum. Son küllükçülerden bazılarının sohbetlerini dinleme zevkini tattım. Bu konuda bildiklerimi ileride yazmayı düşündüğüm bir kitapta – inşaallah – uzun uzun anlatacağım.

Marmara Kıraaathanesi – deyim yerindeyse – tam bir açık akademiydi. Oraya devam eden kalem ve kelam erbabı her konuda fikir beyan ederdi. Keşşaf Tefsiri’nin özelliklerinden tutun atom fiziğine kadar; Gazi Osman Paşa’nın Plevne Savaşı’nda kullandığı kılıcın sağ tarafındaki yazının türünden tutun, Manisa’nın filan köyündeki tavukların günde birkaç defa nasıl yumurtladıldığına varıncaya kadar her mevzu gündeme gelirdi. Bir akşam da, dar pantolonun zararları işte bu Marmara Kıraathanesi’nde gündeme gelmiş, müdavimlerden bazıları ilginç görüşler ileri sürmüşlerdi. Gazeteci-yazar Ahmet Güner Elgin, “Marmara Kitabeleri” adlı eserinde konuyla ilgili olarak şunları söylüyor:

“Masadaki genç üniversitelilerden biri, o gün üroloji dersinde hocalarının, vücuda dar gelen, sıkan elbiselerin külot, pantolon veya üst giysisi olsun, deformasyona yol açacağını ısrarla vurguladığını nakletti.

Üroloji profesörü zat, bazı sorular üzerine, pantolonların erkeklerde doğuracağı mahzurlardan da söz etmişti. Genç üniversiteli, böyle bir konunun Marmara Kıraathanesi’nin büyük ilgisini çekeceğini, onları heyecanlandıracağını elbette bilmiyordu. Konu, masada öylesine kabul gördü ki, masadaki üniversite öğretim üyelerinin adeta söz almak için sabırsızlandıkları belli oluyordu.

Önceliği Ali İhsan Hoca aldı. Konuyu çok enteresan bulmuştu. Çünkü, kendisi şalvardan da bol pantolonlar giymesiyle ünlüydü.

Konyalıların, bu bilimsel gerçeği asırlardır bildiklerini, Adana ve civarında günümüzde de şalvar gibi pantolonlar giydiğini anlattı. Avrupalıların bu konuda çok geri kaldıklarını söyledikten sonra dar pantolonun zararlarını sıralamaya başladı. Ali İhsan Hoca’ya göre vücuda yapışan dar pantolonlar erkeklerde kısırlık ve iktidarsızlık gibi vahim durumlara sebep oluyordu. Erkeğin kıyafeti rahat olmalıydı. Organları, geniş mekanlarda rahat etmeliydi. Nitekim, üniversitemizin tıp otoritelerinin de görüşü böyleymiş diyerek meseleyi bağladı.

Prof. Nuri Karahöyüklü Hoca da tüm konuşmaları başını sallayarak destekledikten sonra konuya atıldı ve dedesinin, babasının bol pantolon, hatta şalvar giydiklerini, Cumhuriyetin ilanından sonra da bunları çıkarmadıklarını anlattı. Bir ara Konya’da devrim kanunlarının uygulanışını, herkesin batılı gibi giyinmesini kontrol eden görevliler varmış. Nuri Hoca’nın babası işe giderken normal pantolon giyer, inkılabın emirlerine uyar, fakat eve veya işyerine vasıl olunca hemen üstündekini çıkarır, altına bol paçalı, rahat bir pantolon çekermiş.

Kıyafet Kanunu’nun böyle kurnazca ihlal edilmesi ve eski tarz giyimde, hiç olmazsa evlerde ısrar edilmesi masadakilerin takdir duygularına yol açtı. Nuri Hoca’nın babası saygıyla, rahmetle anıldı.

Aramızda hem giyim kuşamı, hem seçtiği konular, konuşma dili ve üslubu ile çağdaşlığı temsil eden, bunu da çok esprili ve zeki biçimde ifade eden İbrahim Kaur, duruma müdahale ederek bazı itirazları olduğunu belirtti. Kendisinin kırk göbekten İstanbullu olduğunu, bildiği kadarıyla dedesinin, babasının ve erkek kardeşlerinin normal pantolonlar giydiklerini, üstlerine oturan, hiçbir bolluk, genişlik işareti tanımayan bu pantolonlarla zürriyetlerinin bugüne kadar arızasız geldiğini söyledi. Gerçi kendisinin çocuğu yoktu ama evlenmediği içindi.

Masanın riyaset makamında oturan Ziya Nur Aksun, geniş pantolonla erkeklik arasında bilimsel ilişkinin böyle zayıf ve geçersiz itirazla zaafa uğratılmak istenmesine sinirlendi:

İbrahim Bey! İ brahim Bey, dedi. Unutmayın böyle dar pantolonların bir de arkadan görünüşü var. Dar bir pantolonla sokağa çıkmanın sakıncalarını görmezden gelemezsiniz.”

Pantolon üzerine söyleyeceklerimiz daha bitmedi. Ünlü yazarlarımızdan Celal Nuri İleri, 1927 yılında “Cami ve Pantolon” başlığıyla yayımladığı bir makalede, ilgi çekici bir yaklaşımda bulunup camilerde cemaatin azalmasına dar pantolonun sebep olduğunu iddia ederken bakınız neler söylüyor:

“İki büyük ve güzel camiyi, iki önemli Türk eserini ziyaretten geliyorum. Süleymaniye ve Sultan Ahmed. Süleymaniye’nin civarı tam anlamıyla bir süprüntülük. Sultan Ahmed, daha temiz. Lakin fazla küf, pas ve rutubet kokuyor. Fakat bu iki muazzam mabedin ikisi de bomboş. Türkler, güzellik seyretmek için Avrupa’ya gidiyorlar ama İstanbul’un göbeğinde bulunan bu iki mimari şahesere uğramıyorlar.

Namaz zamanında Süleymaniye’de dört namazcı görüyorum. Sultan Ahmed’de ise bu rakam beşe yükseliyor. Kapıdan girerken bir kartpostalcı bana Almanca hitap etti. Kapıda sarıklı bir efendi bevvaba (kapıcıya) yönelerek:

Mösyöye terlik ver, dedi.

Mösyö değilim, cevabını hocanın suratına yapıştırdım.

Akustik itibariyle pek değerli olan Sultanahmed’i bir kör hafız çınlatıyordu. Her iki caminin dışı gibi içi de insanı iki saat düşündürmek için yeterlidir. Gökkubbe, bir fen adamını nasıl ve ne kadar düşündürürse, bu iki caminin içi de aydın bir insanı, öyle bir dalgınlığa sevk eder.

Namaz kılan yok gibi. Herhalde bu gösterişli mabedler dört veya beş insan için yapılmamış. Camilerin avluları oldukça büyük. Bu avlular, bayram namazlarında içeri giremeyen cemaat için. Ben çocukken namaz kılmak, uyulması gereken bir adetti. Namaz kılmayan insana ‘binamaz’ veya ‘beynamaz’ derlerdi. Bu tiplerin sayısı çok değildi ve onlar asla hoş görülmezdi. Hele herkes namaza kalktığı zaman birisi yan çizerse damgalanırdı.

Babam, ben on beş yaşındayken sabahleyin erkenden kalkardı. Mufassal abdest alır ve namazını kılardı. Sonra mutlaka bir cüz Kur’an okurdu. Lakin git gide, yani çocukları büyüyünce mu’tadı hafifleşti. Ramazanlarda konaklarda teravih kılınırdı. İmam ve müezzin tutulurdu. Müezzin ilahiler okurdu. Ramazan âlemi cazipti. İftar ziyafetlerini on bir ay beklerdik. İkindi namazından sonra camilerde mukabele olurdu. Şu anda elli yaşındayım. Bu alışkanlık büsbütün değişti. Ramazanlarda ve bayramlarda camiler hayli kalabalık olmasına rağmen normal günlerde cemaat yok. Yok mu yok!

Peki ne oldu? Türk milleti acaba hürriyet vadisinde, serbest düşünce vadisinde çok mu ilerledi? Wolter ve Büchner çok mu okundu? Kısacası dinsizlik ileri mi gitti? Lütfen söyleyiniz.

Bana öyle geliyor ki hemşehrilerimiz maddeci ve ruhçu filozofların isimlerini bile bilmiyorlar. Fikir hürriyeti vadisinde ise kırk elli adım olsun, atmış değiller. Pekâlâ, camilerin boş kalmasına sebep nedir?

Pantolon!..

Ne söylüyorsun? Abdülaziz ve Abdülmecid devrinde de Müslümanlar Türkiye’de pantolon giyiyorlardı. Bununla beraber Ayasofya ve Sultanahmed, Şehzade ve Bayezid, Kılıç Ali ve Rüstempaşa camileri hıncahınç doluydu.

Öyle değil efendim. Abdülaziz ve Abdülmecid devirleri bir istihale devriydi. Pantolon icad edilmemiş, dar ve kaloşsuz potinler keşfedilmemişti. Lakin namaz alışkanlığı henüz mevcuttu. İstihale mağlup oldu. Pantolon ve iskarpin galip geldi.

Emin olunuz bu iki nesnenin varlığı namazı gevşetmiştir. Namazın gevşemesi ise dini duyguları hayliden hayliye zedelemiştir. İtiraf edelim ki, abuk sabuk kabul edebileceğimiz iki âmil, ayak ve bacak elbiseleri namazı, bin üç yüz senelik salatı sarsmıştır!

Cami, cem’ eden, toplayan demektir. Oraya devam, halkın dini duygularını idame ettiriyordu. Devam konusuna halel gelmesi, bu duyguları köreltti. Camilere, bu devirde en çok avam devam ediyordu. Mesela aydın bilinen ve centilmen geçinen kimselerin bir kaçına camide tesadüf ederseniz, emin olunuz, onların maksadı namaz kılmak değildir, sadece gezmektir. Gönül ister ki, dini duygularımız yine çocukluk hatıralarımdaki mertebesine yükselsin!...”

#İstanbul
5 yıl önce
Camilerin boş kalmasının sebebi pantolon mu?
Dönüşümlü Cumhurbaşkanlığı Sistemi
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?