ÇALIKUŞU’NDAN İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’NE… Türk ailesinin dönüşümü nasıl sağlandı!

A -
A +
Doç. Dr. Mustafa Şeker
 

Tanzimat ve Cumhuriyet devrinde yazılan eserler ve çekilen filmlerde geri kalmışlığın sembolü olarak Anadolu kadını hedef tahtasına yerleştirilmiş, bu kadın figürlerinin karşılığı olarak da Fransız âdetlerini hayat prensibi hâline getirmiş Batılı hayat tarzını tercih eden kimseler makbul kişilikliler olarak sunulmuştur.

 

Tanzimat ile başlayan süreçte Osmanlı toplum yapısını çözünür hâle getirmek için en etkili platform olan edebiyat ve sanat kullanılmıştır. Tanzimat dönemindeki edebî eserlere bakılırsa bunu rahatlıkla görmek mümkündür. Osmanlı toplumu, bu dönemde kaleme alınan eserlerle, zaten asırlarca var olan ve uğrunda divanlar yazılan aşk kavramlarının Batı formatıyla tanıştırılmış, bu edebî ürünlerde sıkça işlenmeye başlanmıştır. Bu mantıkla yazılan eserlerde flört algısının topluma yavaş yavaş yerleştirildiği görülmektedir. Bundan sonra da bu projelerin sürdürülebilir olacağı tesirli bir merkezin seçilmesi gerekiyordu ki bunun için yüzyıllarca İslam’ın kalesi kabul edilen İstanbul en ideal yer olarak belirlenmiştir. Fakat bütün bu mefhumların yerleştirilmesi için şartların da müsait hâle getirilmesi gerekiyordu. Belki bir-iki asır sonra da olsa amaçlara ulaşılacaktı ve bu uğurda her türlü zorluk göze alınmalıydı. Bu sebeple de bu devasa medeniyetin ve kuvvetin bir an önce güçten düşürülmesi gerekiyordu (Henry Elliot Hatıraları). Bunun için de öncelikle yüzyıllardır Müslüman Türk toplumlarının temel taşı olarak üzerine titrediği “aile ve kadın” mefhumlarının dönüştürülmesi lazımdı (Rus sefîri İgnatiyef’in Hâtıratları, Fener Rum Patrigi 5. Gregorius'un Rus Çarı’na Mektubu). Bu noktada verilen eserlere bakıldığında dikkat çekici yaklaşımlar göze çarpmaktadır. Bazı eserlerde Batılı mesajlar toplumun bilinçaltına pompalanmıştır. Özellikle bu konular üzerine ilk mesajları verenler; Şemsettin Sami’nin “Taaşşukı Tal’at ve Fıtnat”ı ile Samipaşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” adlı eserleridir. Öyle ki hedef, Türk aile yapısı olduğu için bu eserler çok işlevsel ve kritik vazifeler görecektir. Maksat Osmanlı ev hanımlarının toplumsal genleriyle oynamaktı ve öncelikle bu tipler, gözden düşürülmeli, her yerde “entrikacı, yalancı, müsrif, dedikoducu ve sefahat düşkünü” olarak lanse edilmeliydi. Bu devrin bazı eserlerine göre (özellikle Namık Kemal’in İntibah’ı gibi) ev kadını, ne kadar uysal olursa olsun yine de güvenilmemesi gereken kişiliklerdir. Ayrıca, Tanzimat döneminde algılara yavaş yavaş varmış gibi gösterilen kadın-erkek rekabeti(!), onlarca eserle zihinlere zerk edilmeye başlanırken rakip cinsiyetler(!) arasındaki ihtilaf tohumları ileride paha biçilmez neticeler ortaya çıkaracak ve toplum mühendislerinin işi kolaylaşacaktı. Bu konuda, Tuba Yılmaz’ın (2016) yazdığı makalede şu tespitlere yer verilmiştir; Namık Kemal, kadının toplumda aktif olmak istediği her alanda “kadın” olduğu için eleştirileceği düşüncesi ile erkekleştirilmesi gerektiğini öne sürer.” İşte görüldüğü gibi kritik mevkilerde vazifelendirilerek kahramanlaştırılan suni kişiliklerin, düşünceleriyle günümüze kadar taşınması geleceğe yönelik planların sona ermediğinin göstergesi olarak kabul edilebilir.
 
ROMANLARDAKİ “ÇİRKİN
ANADOLU KADINI” ALGISI
 
Cumhuriyet dönemi eserlerinde de Tanzimat’ın devamı bir gayretkeşliğin izlerine rastlanır. İçtimai değişimin bir aracı olarak edebî ürünlerden yazılı ve görsel iletişim araçlarına kadar bütün platformlarda hedefe konulan, ahlakı ve hayat düsturuyla dünyaya nam şalmış Anadolu kadını için “Çirkin, bakımsız, pasaklı, görgüsüz, kaba, cahil, okumamış, batıl inançların tutsağı, iletişim becerisi gelişmemiş ve geri kalmış” bir profil çizilmiştir. Özellikle bugün feminist yazarlar tarafından sembol bir şahsiyet olarak sunulan Halide Edib’in “Vurun Kahpeye” ve “Ateşten Gömlek” adlı eserleri yeni kadın tiplemesinin öncü kaynakları olarak kabul edilmiştir. Bu konuda, Tuba Yılmaz’ın şu tespitleri dikkat çekicidir: “Halide Edib’in her iki romanında (Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye) ele aldığı kadın kahramanlar, Kemalist ideolojinin 'cinsiyet kimliği' yerine 'toplumsal kimlik' algısını 'sadece cephede' temsil eden önemli kadınlardır. Kadının, haklarını aramada böyle bir pozisyonu kabul etmesinin ön şart olduğunu gören 'aydın kadınlar', kadının erkekler kadar güçlü olması gerektiği vurgusunu kadının cephedeki muvaffakiyeti ile paralel değerlendirmeyi doğru bulmuşlardır.”
 
‘YENİ KADIN’ STRATEJİSİ
 
Aziz Şeker (2017) de Serpil Sancar’dan (2014) yaptığı bir alıntıda şunları ifade eder: “…Bu kuşak romanlarında en temel ideolojik yapı, kurucu seçkinlerin arzusunda ortaya çıkan ‘yeni kadın’ı şekillendirme stratejileridir. Bu arzuyla şekillenen eril modernlik ‘yeni kadın'a, takip etmemesi gereken yolları, yanlış rotaları ve öykünmemesi gereken yaşam biçimlerini, romandaki kişi ve olay örüntüsünü kullanarak tasvir eder.” Mesela toplumsal değişim noktasında Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” ve “Yaprak Dökümü” gibi popüler romanlarda da yukarıdaki eserler gibi Müslüman-Türk kadınının dönüşümünün şifreleri verilmiştir. Bu eserlerin bazıları önceki senelerde “100 Temel Eser” içerisinde çocuklara model kaynaklar olarak sunulmuştu. Bugün eğitim sistemimizde bu anlayışların ürettiği eserlerin ezici ağırlığını görmekteyiz.
Siyaseten yapılması gerekenlerin önce edebî eserlerle algılara yerleştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bunun için de Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Şükûfe Nihal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Kemal vs. gibi yazarlar kullanılmıştır. Bütün bunların yanında kültürel değerlerin korunması hassasiyeti güden yazar ve şairlerin de politika gereği ortalıkta görülmesine çok fazla fırsat verilmediği görülmüştür. Yukarıda belirtilen yazarlara ait eserler gibi daha yüzlercesinde ve günümüze kadar yapılmış sayısız filmlerde, geri kalmışlığın sembolü olarak Anadolu kadını hedef tahtasına yerleştirilmiş, bu kadın figürlerinin karşılığı olarak da “Fransız âdetlerini hayat prensibi hâline getirmiş, modayı yakından takip eden, eğlence düşkünü, kültür ve değer hassasiyetini reddeden, bunun yanında da mutlaka Batılı hayat tarzını tercih eden” kimseler makbul kişilikler olarak sunulmuştur. Bu format, kadın kadar hayallerindeki erkek figürü için de çizilmiştir. Zira şalvarlı, üstü toz-toprak, çarıklı, elleri nasırlaşmış vatandaşlar cahil olarak görüldüğü için onlar, sosyal hayatta çok fazla ortalıkta görülmemeliydiler (Bu esnada 1940’lı yıllarda Ankara’nın bazı bölgelerine zenginlerin göz zevkini bozuyor denilerek şalvarlı ve çarıklı Anadolu köylüsünün sokulmadığı da bir hakikattir.)
 
BUGÜN GELDİĞİMİZ SON NOKTA
 
Etrafı sarılan Türk kadını ve ailesi her şeye rağmen günümüze kadar gelmiş ama onlarca yıl önce toprağa atılan tohumların bugün meyveye durduğu gerçeği de maalesef gözlerden kaçırılmamalıdır. Hatta bu konuda içinde bulunduğumuz durumu devlet büyüklerinin serzenişlerinde de görmekteyiz. Mesela Sayın Cumhurbaşkanının geçen ay bir konuşmasında geçen şu sözleri de aslında yukarıda anlatılanların nihai sonucudur: “Aile kurumunu kökünden kurutmayı amaçlayan sembollerin önü bilinçli bir şekilde açılırken, aile kurumuna sahip çıkan davranışlar küçümseniyor. Bu büyük tehlikeye hep birlikte karşı koymalıyız.” (Kaynak: İHA). Dolayısıyla her şey kanıksanmakta ve aile mefhumu çökerek içinde bulunduğumuz duruma gelmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin Türk aile yapısını dinamitlediği doğrudur. Fakat dininin kadına verdiği önemden bîhaber, hak-hukuk tanımaz, sırf güçlü olduğu için hanımına şiddet uygulayan canavarların varlığı da kabul edilmelidir. Bugün muhafazakârından liberaline kadar çok geniş bir toplumsal yelpazede bu şiddet olgusu konusunda insanlar, toplumun gittiği istikameti dehşetle izlemektedir. Fakat erkeği sürekli şiddetle anıp kadını mağdur pozisyonunda gören hastalıklı yaklaşımlar da pimi çekilmiş saatli bir bomba gibi toplum huzurunu etkilemeye devam etmektedir. Hatta geçenlerde bir arkadaşımın “Bazı bayanların toplu taşıma araçlarında taciz suçlamasıyla çok kolay olay çıkardığını” söylemesi ve “birçok erkeğin artık toplu taşımalarda bu korku sebebiyle seyahat etmekten çekindiğini” söylemesi dikkat çekicidir. Bu, doğru ise ve toplumda gerçekten böyle bir psikoloji oluşmuşsa, var olan durum toplum psikolojisinin çökmeye başladığının, tedbir alınmazsa daha büyük problemlerin yaşanacağının habercisidir.
Özetle; bu kadar tazyik, mücadele, proje ve planlar çerçevesinde hedef tahtasına konulan “aile ve kadın” mefhumlarımızdaki tabansız ve taklitçi dönüşümün binlerce yıllık geçmişi olan bir milletin tabiatıyla uyuşmaması, dolayısıyla da bu konudaki şikâyetlerin ayyuka çıkması normal değil midir?
      ***
Kaynaklar
  • İhlas Haber Ajansı.
  • Serpil, Sancar (2014). Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti, 3. baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 138.
  • Şeker, A. (2017). Türk Romanında Toplumsal Cinsiyet Açısından Kadın Temsillerine Yönelik Sosyolojik Bir Çözümleme, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 10, 54.
  • Yılmaz, T. (2016). 1923-1940 Arası Cumhuriyet Dönemi Kadın Romanlarında İdeal Kadın Tipi Olarak Erkekleşen Kadın, Rumelide Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 35, 35-51.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.