25 Nisan 2024 Perşembe
İstanbul 22°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Çağdaş Sanatlar Müzesi Meseli (5)

Ekrem Kahraman

Ekrem Kahraman

Eski Yazar

A+ A-

Buyazının başlığını “El şeyiyle gerdeğe girmek” ya da “Ağaçları kalpazan yapmak” olarak da koyabilirdim. Fakat önceki dört yazıyla bağlantısı kopmasın diye bundan vazgeçtim. İlki bir atasözü biliyorsunuz. İkincisi ise yalnızca yakından tanımış olduğum ağaç fidanı uzmanı genç bir devlet fidanlık şefi hanımefendiye ait. Fakat yine de siz istiyorsanız okurken birincisini başlığa taşıyabilirsiniz!

Zaten ben de ikincisini ara başlık yapıyorum birazdan okuyacağınız gibi. Takip eden okuyucu beş yazıdır bitiremediğim konuyu biliyor: artık çağdaş sanat ortamlarında dahi birer “mesel”e dönüşmüş, neredeyse yeni “Türkiye Cumhuriyeti” devletiyle ve bu ulusun hem siyasi hem sanat ve kültür olarak çağdaşlama çabalarıyla yaşıt müzmin bir çağdaş sanatlar müzeleri sorunu ve bu sorunun giderek müzminleşmiş handikapları söz konusu. Aynı okuyucu herhalde yine bilecektir ki zaten bu beş yazı da o handikapları derinden hisseden ve o konularda aslında neler yapılması gerektiğini düşünenlerin uyarılarıyla kaleme alınıyor.

O yüzden bu beşinci köşe yazısıyla birlikte uzun sözün kısası şu ki “çağdaşlaşma” da, bunun olmazsa olmazı çağdaş düşünce, sanat ve kültür de, bunların olmazsa olmazı çağdaş sanat müzeleri vizyonu, içeriği ve kurumlaşmaları da öyle gelişigüzel, kaba ve sığ bakışlarla olamayacağı gibi sanıldığı kadar kolay bir konu da değil ne yazık ki? Türkiye’nin neredeyse yüzüncü yılını tamamlayan bir ulus devlet olma, çağdaşlaşma, toplumsallaşma, ileriye geriye sağa sola savrularak gelişme serüvenlerine bakınız.

Son çeyrek yüzyıla, AKP iktidarının politikalarına, yaptıklarına, geriye dönüşlerine, sağa sola savruluşlarına, muhalif siyasi çizgilerin ona karşı tutumlarına, girdikleri benzer çıkmazlara bakınız. Bunlarla da yetinmeyiniz, 15 Temmuz darbe girişimi ile aradan geçen 3 yıllık sürecin nasıl yaşanıyor olduğuna, aslında neler yapılması gerektiğine vb. ayrıca bakınız. Herhalde görülecek en önemli şey: iç siyasette de dış siyasetlerde yaşanan büyük altüst oluşlar ile bunların sonucu olarak yaşanan kısır döngüdür. Çünkü kafalar çok karışık. Çünkü bırakın siyasi partilerdeki kafa karışıklığını, aynı kafanın içinde bile birbiriyle çarpışıp duran ve o yüzden de birbirini nötrleştirip etkisizleştiren, hımbıllaştıran kocaman bir sözde düşünce kaosu yalnızca. İnanın ki, çağdaş sanat ya da çağdaş sanat müzeleri konusu da bu kaosun entelektüel kültürel cephesinde aynı dertten ve sorunlardan çok daha muzdarip bir durumda ne yazık ki?

AĞAÇLARI KALPAZAN YAPMAK

Artık benim açımdan güncel bir “mesel”e dönüşmüş bu kişisel/toplumsal hikayeyi anlatmayı çok seviyorum. Zaman zaman bazı söyleşi, konferans ve panellerde de paylaşıyorum zaten. Bundan 10-15 yıl kadar önce yazları yaşadığım Gelibolu’nun Saroz Körfezi tarafında yer alan Güneyli Köyü’nün asfalttan köye, köyden deniz kıyısına kadar yol kenarlarına çınar ağacı dikerek “bu bir sanat eylemidir” başlıklı bir ağaçlandırma çalışmasına girişmiştim. Bunun için de Keşan Fidanlık şefliğine gittim danışmak için. Orada karşıma fidanlık şefi olarak genç bir hanım mühendis çıktı. Tanıştık konuştuk, girişimi mi anlattım. O da dedi ki bana: “çınar değil akasya ve akça ağaç dikin oraya bence.” Ben de dedim ki: “peki neden?” Dedi ki: “çünkü çınar ağacı çok su ister. Onun yerine az su isteyen bu ağaçları dikerseniz daha akıllıca olur.”

Ben çınar ağacının uzun yıllara yayılan tarihsel dayanıklığını öne sürerek niyetimde ısrar edince o da en az üç yıl sulama yapıp yapamayacağı sordu ve yaparım deyince de girişimime destek verdi. Yedi yüz civarında çınar, ıhlamur, kestane ağacı diktik köylüyle birlikte. Budandı. Sulandı. Hem de on yıl boyunca her yaz. Rahmetli Evreşeli Ramazan her yaz görevli olarak o ağaçlara su verdi, baktı, dualar okudu, yerini beğenmeyen gönülsüz, isteksiz ağaçlara sürekli moral verdi. Bir sorun çıktıkça o mühendis hanıma danışmaya gittim.

Bir gün derdimi dinledikten sonra dedi ki bana: “Sakın öyle yapmayın, şöyle şöyle yapın: sularken az su değil çok su verin, öyle ki su ağacın köklerine kadar insin. Yani yetmiş santim kadar aşağıya, en dibe. Eğer su oraya ulaşmazsa kök bu defa yüzeydeki suya ulaşmak için daha derine gideceğine yüzeye doğru geri döner. Yani ağacın kökü derine gidip suyu arayacağına sizin vermiş olduğunuz fakat yüzeyde kalan kalan suya doğru gitmeye başlar ki işte o zaman o ağaçları kalpazan yapmış olursunuz!” Uzun hikaye: yani mühendis hanım demeye çalıştı ki ağaçları su arama konusunda tembelliğe, kalpazanlığa, sahteliğe alıştırmayın, bırakın onlar kendi ihtiyaçlarını kendileri bulmaya çalışsınlar.

Sonuçta tıpkı öyle oldu. Nerede su ulaştırmakta zorlandığımız ağaç varsa o ağaçlar bugün çok iyi konumdalar. Nerede bol su verilen ağaçlar var ise bir türlü toparlayamadılar kendilerini. On yıl boyunca suladığımız halde hem de. Hatta bazıları su içindeyken kurudular. İnat ettik yerlerine yenilerini getirip diktik. Yine beceremedik. Cılız kaldılar ve o yüzden de bazılarını soğuk çarpıp öldürdü ne yazık ki?

Ötekiler ise dimdik ayaktalar bugün ve rüzgarda özgürce savruluyor dalları. Ne zaman sanatla, kültürle, yaşamla ilgili bir sorunla karşılaşsam aklıma hep bu meselvari hikaye gelir. Eğer bir ülkede kendi özgün düşüncen, vizyonun, siyasi, kültürel, sanatsal bir iddian, programın yoksa, laf olsun ya da ün olsun diye eğer bunu hep dışarıdan getirmeyi düşünüyorsan, üstelik bunun finansmanını da el alemin neoliberal küreselleşme projelerine angaje vakıflardan, yok bilmem AB fonlarından sağlıyorsanız orada yaptığınız, kurduğunuz her şey onların birer uzantıları olarak hayat bulacaklardır doğal olarak. Onlar çökerse ki -çökmüş durumdadırlar şu an esas olarak- sizin ki de çökecektir ister istemez.

Türkiye’deki çoğu çağdaş sanat girişimleri -müzelerin bazıları da dahil- ne yazık ki bu etki altındadır. İster oluşum olarak, ister içerik ve mantık olarak. Yani demem o ki: çağdaş sanat yeni ve özgün birer iddialar toplamıdır sonuçta. Düşünsenize bu kendinize ait olmayan iddiaların kavramlarından ve formlarından oluşturulacak olan çağdaş sanat da müzeleri de ister kurulurken ki bütçeleri, ister o neoliberal fonlarla yapılmış sözde sanat eserleriyle oluşturuluyorsa, söyler misiniz bana neyin iddiası, neyin müzesi çıkmaktadır ortaya? Nokta.