Bireyin Özgürleşmesi Üzerine: ‘Olağanüstü Bir Gece’

Bireylerin zihinleri ve kalpleri arasındaki psikolojik savaşın betimlemesini ve yorumunu ustalıkla yapan Avusturyalı Yahudi Yazar Stefan Zweig’in (1881 – 1942) ‘Olağanüstü Bir Gece (Özgün Adı: Phantastische Nacht)’ adlı eseri, İlknur İgan tarafından Almancadan Türkçeye çevrildi. Novella formatında olan bu eser, 1914 sonbaharında Rava-Ruska’da şehit düşen Baron Friedrich Michael von R.’nin yazı masasında mühürlenmiş bir halde duran notlarının ‘ilave ve değişiklik yapılmadan’ – bazı isimler haricinde – paylaşılması ile başlamakta ve kitabın bundan sonrası Baron’un ağzından anlatılmaktadır.

Perspektif
1 Ağustos 2018 Çarşamba

Deniz Saygı


“Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.”

 Stefan Zweig

 

 

“O zamanlar ben olan kişi, iç ve dış görünümü bakımından ait olduğu toplumsal sınıfın, yani biz Viyanalıların özellikle gururlanmadan, olağan bir durumu ifade edercesine ‘seçkin tabaka’ diye adlandırdığımız sınıfın çoğu üyesinden pek farklı değildi.” (Sayfa 4)

Stefan Zweig, ‘Olağanüstü Bir Gece’ adlı eserinin ana kemiğine yaşadığı dönemdeki ‘alt ve üst kültür’ü temsil eden bireylerin topluma dair değişen algılarını metaforlarla bezendirerek koymuştur. Diğer eserlerinde de olduğu gibi bu eserinde de – özellikle değişen dünya düzeninden ve hızla yayılan yeni ideolojilerden dolayı – bireyler üzerinden sistem eleştirisi yaptığını görmekteyiz, Zweig’ın. Örneğin, kendi tabiriyle yaşadığı dönemde seçkin tabakaya mensup bir burjuva olan Baron Friedrich Michael von R, novellanın başında her ne kadar hayatının şaşaalı ve göz kamaştıran boyutundan bahsetse de içinde bulunduğu düzen onu acı çekmek için bile yetersiz biri yapmıştır; denizde susuzluktan ölen birisini anımsatırcasına. Baron, içinde bulunduğu çevredeki insanların tek tip ve sürekli kendilerini tekrar ettiklerinden yakınmaktadır. Hatta bu insanların yüzlerini, onların jest ve mimiklerini, olaylara karşı tepkilerini de ezbere biliyordur artık. Bu döngüden nasıl sıkıldığını betimlemek için “O an içimdeki bu donuklaşma sürecinin ne kadar ilerlemiş olduğunu birden görüverdim – hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyordum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yan olduğunu gayet iyi biliyordum…’’ satırlarını yazmıştır notlarında. Çünkü Baron, toplum içinde olduğu zamanlarda yaşanan her tür olaya karşı yapay ve abartılı bir heyecan sergilerken içten içe hissiz ve olaylara karşı kayıtsızdır. Tüm bu ‘gösteri’nin nedeni ise bu ‘ruhsuzluğu’ gizlemektir aslında.

“Nihayet dibe varmıştım, bayağılığın son noktasına. Artık sırada çarpıp parçalama vardı, yarı bilinçli sürüklendiğim sona yaklaşmıştım.’’ (Sayfa 58)

Uzun bir süre boyunca ‘hissizlik gösterisi’ne devam eden ve bir gün şans eseri Prater’e giden Baron Friedrich, bir at yarışına denk geliyor. İlk başta bu durum, Baron’u hiçbir şekilde heyecanlandırmıyor, aksine insanların heyecanlandığını gözlemlemek onda kıskançlık duygusunu da beraberinde getiriyor. Herhangi bir şey hissetmemesine rağmen tribünde kalmaya devam eden Baron, hayatında daha önceden hiçbir şekilde ummadığı bir takım olayların meydana gelmesi ile birlikte bir ‘suç’ işliyor, 7 Haziran 1913 tarihinde. Çünkü bu ‘suç’, ona, kendini sil baştan betimleme fırsatını sunarken hayatını da ‘yeniden’ hissetmesini sağlıyor. Böylelikle Baron Friedrich, ‘hayata yeniden dönerken’, bağlı olduğu sınıfın isteklerinin aksine, her yeni bir suç işlediğinde sınıfından ve burjuvazi kimliğinden bir adım daha uzaklaşarak ‘gerçek yaşam’ı tadıyor bu ‘Olağanüstü Bir Gece’de. Bu suç betimlemesi ile birlikte Stefan Zweig, yaşadığı dönemdeki alt ve üst kültürün bağlı olduğu sınıflardaki ‘onur’ ve ‘hiyerarşi’ kültlerini eleştiriyor.

“Bütün bakışlar üzerimden umursamazca kayıp gidiyordu. Kimse beni istemiyor, kimse bana yaklaşmıyordu.’’ (Sayfa 47)

Baron, ‘yürüyen bir ölü’ olduğu zamanlar, çevresindeki kimsenin bu durumu asla fark etmediğini anlıyor. Ve ne yazık ki, ‘yeniden doğduğunu’ kimsenin anlamayacağının farkına varıyor bu olağanüstü gecenin sonunda. Bu ‘yeniden doğuş’ hayattan zevk alma ve tatmin duygusunu da beraberinde getiriyor – etik kurallarını umursamayarak. Baron’un işlediği suç, onu, ‘alt – kültür’de yer alan ve önceki hayatında umursamadığı insanlarla yakınlaştırıp empati kurmasını sağlıyor. Bunun yanında başka insanlara ‘yardım edebilecek olma’nın verdiği yeni bir duygu ile tanışmak, Baron’a hayatta kaybettiği amacı da geri veriyor.

“Bir kez daha hissediyorum ki, bir ara vermeliyim, çünkü tek bir sözcüğün bile ne kadar çok anlama gelebileceğini, nasıl zıt yönlere çekilebileceğini fark edince korkuyorum.’’ (Sayfa 4)

Her birey, hayatının önemli bir bölümünde ‘başkaları’ için var olur, kendi ‘varlığını’ fark etmeksizin. Döngünün nerede başladığını bilmeden ‘Başkalarının Hayatı’nı yaşarız. Rutinlerin yarattığı sıradanlıklarla boğuşurken bir kâbusu yaşadığımızın farkında değilizdir. Oysaki benliğimizi anlamlı kılan yegâne formül yaşamlarımızı nasıl ve kimlerle tanımladığımızdır – göze batmadan. Çünkü Stefan Zweig’ın da betimlediği gibidir aslında hayat: “Sadece kendi kaderlerini bir gizem olarak yaşayabilenlerin gerçek anlamda yaşadıklarına inanıyorum.’’