Zalim temmuz… Her defasında kalbime bir ok gibi saplanan temmuz. Yitirdiklerimizin sayısı gün be gün artarken bizi yalnızlık iline terk eden temmuz. Aklımın geçen hafta Bilge Karasu’da, Pazar günü Ulus’ta (Baker) kaldığı, önceki gün sabah gözümü açar açmaz Adalet Ağaoğlu’nun da bizi terk-i diyar ettiğini öğrendiğim Temmuz.

Bilge Karasu’yu en son Hacettepe Hastanesi’nde görmüştüm. Annemle gitmiştik. Onun incelen yüzünden öte servisin kirli mavisi kalmış zihnimde. Belki de bir duygu olarak kirli maviyi taşıyorum hâlâ. İstanbul’a taşınmadan hemen önce Ulus’taydım. Bilgisayar karşısında oturtmuş, deyim yerindeyse DJ’lik yaptırmıştım ona. Keyiflendikçe keyiflenmişti. Şarkı paylaşmayı çok sevdiğinden. Biz fanilere ise kulaklarımızı dört açıp keyiflenmek düşmüştü yalnızca. Sanırım gidenler büyük bir ağırlık koyuyor parmaklarıma, sinir uçlarıma kadar.

Adalet Ağaoğlu’na gelince. Üzerimde bıraktığı uzun bir hikâyesi var. Öyle çelişik duygular içindeyim ki. Bir yazının içinden akamıyorum. Henüz akamıyorum. Belki yüreğimde eskitemediğimden. Bir iç dökümüne, içsel günlüğe dönüşüyor sonra her şey. Sözcükler derin kesik halini alıyor. Yaralıyor. Yine de bazı başlangıçları çok seviyorum. Tomris Uyar deyimiyle tanışma anlarına dair öyküler dinlemeyi. Bir adam hapishanede henüz yeni çıkan bir romanı okuyor. Çıkar çıkmaz hemen herkesi etkisi altına alan “Ölmeye Yatmak”ın sayfaları arasında geziniyor. Koğuş arkadaşı Halil Ergün, hapishaneden çıkınca “mutlaka ara” diye Adalet Ağaoğlu’nun telefonunu veriyor. Gerçekten de o edebiyata meraklı, henüz şiir yazdığını kendine saklayan genç, arkadaşı Halil’in dediğini yapıyor. Arıyor Adalet Ağaoğlu’nu. Evine çaya gidiyor. Uzun uzun konuşuyorlar. Edebiyattan sanata, gündelik siyasete kadar. Adam, şiir yazdığını söyleyemiyor. Adalet Ağaoğlu da onu Halil Ergün gönderdiği için tiyatrocu sanıyor.

Yıllar yıllar sonra bir hastanede karşılaşıyorlar. Adalet Hanım’ın yanında eşi var. Adamın üstünde de doktor önlüğü. İşlemleri çabuklaştırıyor. Adalet Hanım şaşkın, ne ara tiyatroyu bıraktı acaba bu çocuk, diye düşünüyor. Öte yandan bunca yıl sahnede izleyemediği için de hayıflanmış. Sonra ilk karşılaşmalarını birbirlerine anlatıp gülüşüyorlar. Adamın, babam Behçet Aysan olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Demeye çalıştığım şu: O kadar çok öykü var ki hayatlarımızda… kimini unutmaya yatırdığımız, kimini buruk bir ezgiyle andığımız, kimini her an boynumuzdaki bir kolye gibi taşıdığımız. Adalet Hanım, “Etrafına iyi bak, her evde, her sokakta milyonlarca öykü var” demişti birgün. Biz öyküleri koruyup kollama konusunda beceriksiziz.

O ise hayatlarımızda bunları hiç beklenilmedik yerden, tozun içinde çıkartıp parlatmayı başaranlardandı. Kitapları sansüre uğrayıp toplatıldı. Kadın bedenini en özgün haliyle sözcüklere taşırken pek çok adamın zihinsel baskısına maruz kaldı. Düşünselliği her defasında yazdıklarında maharetlice yakaladı. Ve direncine hayran bıraktırdı. Bunca kadın cinayetinin ortasında pek çok şeyi Ölmeye Yatmak’ta Aysel öğretti. Onca acıya rağmen. Giderken bize mutlak bir “ruh üşümesi” bıraktığı kesin, bu namussuz çağda. Ayrıca büyük bir oyun yazarıydı.

Yine de onu gönderdiği kuşlu ve bozkırlı kartlarda, eski Ankara özleminde, en sevdiği kafe konyak kokusunda bulacağım. Sonra Metin Altıok’un, “Tenha bir Eylül bahçesinde / Bir bardak konyak, kitap ve kahve / Otururken dalmış kendi kendime / Güz rüzgarı geçiyor kitabımın içinden / Ot kokan nefesiyle” dizelerinden geçerken yüzünü göreceğim. Ve bir şeylere yeniden burulacağım.

Şu temmuz ayında yapamadığım, kaçtığım vedalaşmalarımın yazısı bu. Bendeki izlerin yazısı. Kim bilir? Belki yazmamam gereken şeylerin yazısı. Oysa “hoşça kal”, “sonra görüşürüz” filan demeyi hiç sevmiyorum. Çocukken sevdiklerim evden gitmesin diye ayakkabılarını saklarmışım. Keşke her birinin ayakkabılarının teki elimde olsaydı.