Maviydi rengi suyun ve şehrin altından geçtiğinde yemyeşil akıyordu, Zazaca konuştuğumuzda “khewe” diyorduk ona, bu tam mavi miydi bilmiyorum, etrafında sıra sıra dizili ağaçların yeşili alnına vuruyordu, adına Munzur Vadisi derler bir yol boyu eşlik ediyor, hiç ayrılmıyordu insandan.

İçindeki balıklar masmaviydi, gök mavi, adına kara denen bile oltanın ucunda masmavi parlıyordu. Alabalık -biz ona “Mose Surbelek” derdik- bu maviye kırmızı bir fon katıyordu. Balıklar sessizdi, çocukken çekerken seslerini duymazdık, çocukça ve gizlice ağlardık onlara, ama yine de çekerdik.

Bazen, suyu kirletenlere, su öfkelenir, serin, kocaman kollarıyla sarmalardı birini, hâlbuki orada o kutsaldı -dağ gibi, taş gibi, ağaç gibi, Xızır’ın keçileri gibi- içine bir tek çöp atılmaz, derininde nazlı nazlı yüzen balığa dokunulmazdı, hatırı vardı dağ başında susamış sivri dişli kurdun bile. Şu satırların yazarı -henüz bir yeniyetme iken- bir çöpe gümüşi renkteki balıkları dizip, Pazapun’a tırmanıp onları pişirtmek istemiş, Elif teyzesi galiz bir küfür eşliğinde, “guneke”, “guneke” diye bağırmıştır ona.


Munzur veya Pülümür (Harçik) sularının taşıdığı yalnızca hayattı ve hepimize: Tarlaya, köye, mezraya, bahçeye, yol kenarında en küçük esintide titreyen yalnız çalıya, gökte -açık gagası ile uçan- kuşa. Hatta Fırat kıyısındaki köylüye, yılana, son menzili Kerbeladaki cümle-canlara.

Mütevaziydi su, her yeri dolaşır, herkesi serinletir, tüm canlı-cansızı besler ama karşılığında tek bir şey istemezdi. Zaten adını bir çobana vermiş, efsane yazmış, doğduğu yere adını veren o çobanı bir ziyarete çevirmişti. Çoban suya, su çobana hayat vermişti. Öylesine alçakgönüllü.

Bundan on sene evveli bu iki güzel, serin ve mavi suyun önü, tam birleştikleri, iç içe geçtikleri -biz oraya “Gole Çeto” dedik ve orada da bir ziyaret yaptık- yerde aniden kesildi. Para hırsıyla gözü bir şey görmeyenler bu fenalığı yaptı ona. Bir baraj örüldü önlerine, içindeki tüm canlıları vuran duvardan bir ev, ama geç de olsa akışlarını sürdürdüler -hep bildikleri yöne doğru-. Hiçbir bendin, akan bir suyu durdurduğu görülmemiştir çünkü bugüne kadar.

Ama suyun önü kesilip, akmayınca, durgun ve kederle yüzümüze bakıp, balıkları bile gözlerden kaybolunca, bin yıldır onların akışına bakıp dinlenenler, kıyısında huşu halinde cümle alem mahlukatı dinleyenler, ya da -elinde iki kadeh, ayaklar suda- hayatın anlamı üzerine konuşanlar, bunalıma girdiler. Kaç kişi göl olmuş suya atladı, kaçı bir kıyıda bulundu, bilinmez.

Marmara kıyısında çocukluğu geçmiş, artık orta yaşlardaki mavi gözlü bir arkadaşım, Marmara’nın başına şu son felaket gelince -Deniz ölünce yani-, hıçkıra hıçkıra ağlamış, sanki ikiz kardeşini kaybetmiş gibi. Kıyısına varmış, -bir akşamüstüymüş ve ilkgençlik günlerini canlandırmak istemiş ve bir zamanlar tam orada oynarmış-, ağlamış, ağlamış, bir yandan konuşmuş onunla.

Bu güzel, bu eski, bu iyilik dolu ülkenin nazlı derelerine, uzun boylu ırmaklarına bunca kötülüğü yapanlar, en sonunda bir denizi bile boğazlamış, aniden nefesini kesmiş onun. “Mavi gözlü şehrin” o kocaman mavi gözü körmüş artık.

“Guneke”, “guneke...”