TARIK TAVADOĞLU

Artık kritik günlere girilmişti. Her an bir kötü bir şey bekleniyordu. Bu yüzden Ata'nın her hareketi izleniyor, ateşi, nabzı sürekli ölçülüp, kaydediliyor, kapısında nöbet tutuluyor, yakınları başucundan ayrılmıyorlardı.

Ekim'e girilirken Atatürk, hâlâ ilk hafif komanın etkisindeydi. Derin uykular uyuyor, sabahları bitkin uyanıyordu. Artık gece inlemelerini, sayıklamaları, hafıza kayıplarını kendisine söylemiyorlardı.Yine bir sabah, derin bir uykunun ardından gözlerini açıp karşısında Celal Bayar'ı görünce şaşırdı: 

"Sen cuma günü gelecektin? Neden daha evvel geldin? Benim sıhhatimde üzülecek bir şey mi var" diye sordu.
 Kendisinden bir şeyler saklandığından endişe ediyordu. Bayar, üzgün ve şaşkındı. Yıllardır tanıdığı Atatürk'ü o gün ilk kez tıraşsız, "beyaz sakalları fırça gibi uzamış" halde görüyordu. 
"Vahim bir şey değil" dedi, "Fakat uykunuz her vakitten 4-5 saat fazla sürdü de merak ettik. Doktorlar uykunuzda bir gayri tabiilik gördüklerini söylediler."  
"Neymiş uykumdaki gayri tabiilik?"
"Derin ve fazla miktarda uyumuşsunuz." 
"Kaç saat uyumuşum?"
"12 saat kadar uyumuşsunuz." 

Ata, bunun üzerine üzgün bir edayla: 

"Doktorlar bana doğruyu söylemiyorlar" diye yakındı. Artık çok sıkı kontrol altındaydı. 1 Ekim'den itibaren yapılan her tedavi bir deftere kaydedilmeye başlandı. O defterdeki kayıtlara göre Atatürk'ün o haftaki programı şöyleydi: 

1 Ekim, Cumartesi: İhtiyaç duydukça gliserinli lavman yapıldı. Buz yutturuldu. Ağızdan elma suyu, çilek suyu ve çay verildi.
2 Ekim, Pazar: Bazı yatıştırıcı ilaçlara gerek duyularak verildi. 
4 Ekim, Salı: Saat 3.00'te bir fincan çay içirildi. Saat 5.30'da uykusundan hafif bir üşüme ile uyandı. Çeşitli aralarla meyve suları içti.  

 

5 Ekim, Çarsamba: İdrarda ürobilin ve ürobüinojen artmaya başladı. 

11 Ekim, Salı: Dr. Neşet Ömer İrdelp, Atatürk'ü 30 dakika muayene etti. Bugünden başlayarak her gün lavmana gerek görüldü ve yapıldı. Afet Hanım 10 dakika, Sabiha Gökçen 5 dakika, Fethi Okyar ile Salih Bozok 45 dakika süre ile ziyarette bulundular.
13 Ekim Perşembe günü yeni bir karından su alma operasyonu kapıya dayandı. Doktorları toplu olarak muayene ettiler ve ponksiyona karar verdiler. Ancak bu operasyon da doktorların tartışmasına sahne oldu. Suyu alacak olan cerrah, Mim Kemal Öke'ydi. 
Tartışma anestezi meselesinden çıktı. Dr. İrdelp, tedavi eden hekim olarak karaciğer yetersizliğinden ötürü hastanın herhangi bir zehirli maddeye dayanamayacağı görüşündeydi. Bu yüzden lokal anestezi yapılmadan az miktarda su alınmasını savunuyordu. Prof. Dr. Mim Kemal Öke ise vaktiyle Atatürk'e başka cerrahî müdahaleler de yaptığını söylüyor, onun ağrıya karşı çok duyarlı olduğunu hatırlatıyor ve lokal anestezide ısrar ediyordu. Öke, "Deri ve deri altını çok ince bir iğne ile uyuşturursak hiçbir sakıncası olmaz, suyu da çok rahat alırız" diyordu. Sonunda bu görüşe Fissenger de katıldı. Ve lokal anestezi fikri benimsendi. Bu tartışmaların sonunda Atatürk'e herkese kullanılan kalın iğne yerine daha ince bir iğneyle şırınga yapıldı ve karnından 10,5 litre kadar su alındı.

Bu, karnın içinde taşınabilir mi?

Çekilen su şişelere boşaltıldıkça Atatürk: "Bu kadar su aşağı yukarı bir gaz tenekesi doldurur. Bu, karnın içinde taşınabilir mi?" diye soruyordu. Operasyon sırasında Dr. İrdelp ve Dr. Belger de nabız ve tansiyonu kontrol altında tutuyorlardı. Nihayet operasyon bitince Atatürk derin bir soluk aldı ve: 

"Ohhh.. çok rahat ettim" dedi. 
"Şimdi bana bir sigarayla bir kahve verin."

İşte sağlıklı döneminin bir eski âdetine göz kırpıyordu. Yaşam ile ölüm arasında bir dirhem mutluluk, bir küçük ağız tadı... Sigara ve kahve getirildi. Ata, bu iki eski dosta, hasretle sarıldı, keyifle içti. Sonra kendisine yapılan iğneyi görmek istedi. Bunun üzerine Mim Kemal Öke, ponksiyon iğnesinden daha ince bir iğne gösterdi. 
İğneyi görünce "Aman, bu kazma anestezisiz nasıl batırılır? Birkaç defa anestezi yapılmadan bu yapılamaz. Fakat bir daha icap ederse rica ederim daha incesini seçelim" dedi. 
Bu operasyondan sonraki bir iki gün Atatürk rahat etti ve geceleri sakin uyudu. Ama ardından ilk ağır koma geldi.

16 Ekim Pazar günü öğleden sonra Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak saraya geldiğinde tablo şöyleydi: 

Hasan Rıza Soyak (genel sekreteri): "Hususî dairesine girdiğimde Prof. İrdelp ile Operatör Mim Kemal Öke koridorda birtakım ilaçlar hazırlamakla meşguldüler. Kendisi yatağının içinde oturmuş, şiddetli bir bulantı ile mütemadiyen öğürmekte, ağzından pek az miktarda sarı bir mayi çıkarmakta idi.

Doktorlar kendisine bir enjeksiyon yapmakla beraber, küçük buz parçaları da yutturmaya başladılar. Biraz sonra öğürtü kesilmişti. 'Beni kaldırınız' dedi. Halbuki tam aksine 'yatırınız' demek istiyordu. Yatırdık. Ben, baş ucuna sokularak, 'Buz iyi geldi mi efendim' diye sordum; 'Evet' cevabını verdi ve akabinde kendisini kaybetti. Vücudunda bir takım asabî araz belirmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyor, mütemadiyen ve 'aman' kelimesini uzatarak, 'aman dil, aman' diye söylenip duruyordu. Acaba bu sözleriyle neyi kastediyordu? Dilinden bir sıkıntı çekiyordu da onu mu ifade etmek istiyordu; yoksa şuuru altındaki dil meselesinden mi bahsediyordu; bunu ne doktorlar, ne de biz bir türlü anlayamadık."

Yarın: Aman dil... Aman dil...
 

Editör: Haber Merkezi