YAZARLAR

Karpuz, çay ve vicdan yorgunluğu

Hep birlikte geçeceğimiz iğne deliğini eritmek üzere bekleyen yangının en çok beslendiği şeylerden biri vicdan yorgunluğu ise diğeri ve asıl büyüğü de ırkçılık ve şovenizm. İklim değişikliğine benziyor biraz. Varlığını inkâr ettikçe hayatı herkes için yaşanmaz kılıyor.

Anketlerden söz ediyorlar. Afet bölgelerine gidip insanların üzerine çay atıyor ve hâlâ yüzde 35 alıyor, diyorlar. O anketler ne zamandır hayatımızı karartmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Türkiye, istatistiklerle bilinebilen bir ülke olsaydı neler olurdu neler? Fala ne kadar inanıyorsam o kadar inanıyorum “yarın seçim olsa kime oy verirdiniz?” anketlerine. Yarın seçim yok. Bana kalsa hiçbirine oy vermem. Üç aşağı beş yukarı hepimizin hali böyle. Çünkü siyasi partiler birkaç çoktan çürümüş sütun üzerinde siyaset yapıyorlar. Bina yıkılmış, dam çökmüş, fareler duvarları kemirmiş, bahçeyi süne zararlıları talan etmiş, tarlaya saldığımız gübre meğer zehirliymiş, kimin umurunda.

Fincanın telvesine bakıyor falcı: Üç vakte kadar seçim olacak, sen de alıp yürüyeceksin. Sabret, zamanını bekle, şimdi harekete geçersen kaybedeceksin. Önce herkes kozunu bölüşsün, kavgasını etsin. Sana düşen, arbededen sonra polisi çağırıp komiserin gözüne girmek. Fakat o da ne, kalbin kararmış, göğsün kabarmış, üzerinde bir ağırlık var. Nazar mı değmiş, dedikodun mu ediliyor, bilmiyorum, herhalde ikisi birden. Merak etme, düze çıkacaksın. Kalbini dinle, sana doğru yolu gösterecek. Bak nasıl da bağırıyor fincanın dibinden, beni duy, beni duy, diye. Bir şeye çok sinirlenmişsin yakınlarda. Şurada görünüyor işte. Ama sen kendine kızıyorsun en çok. Başkalarını düşündüğün kadar düşünmüyorsun kendini. Aslında iyi bir maaş, bir ev, bir araba ve leziz yemekler yemek istiyorsun. Kaynaklarını başkalarına değil kendine ayırsan hepsi olacak. Olmuyor çünkü gereğinden fazla yardımseversin. Yapma böyle, alemin iyisi sen misin, enayi misin? Eline geçeni herkeslere dağıtıyorsun. Sana bir şey kalmıyor.

Anketler de aşağı yukarı böyle şeyler söylüyor bize. Pardon, bize değil, siyasetçilere böyle mesajlar iletiyorlar. Şuradan yürürsen binde bir artırırsın oylarını. Bak toplumumuz en çok şu konulardan şikâyetçi. Onların şikâyetlerini al ayyuka çıkar, öfkelerini derle topla, sesleri ol. Ertesi ay bir daha geliyorlar, bak bu ay da şunu konuşmak moda oldu, buradan yürü. Yok, tabii ki suç araştırma şirketlerinde değil. Siyasetini doğru bildiklerine göre değil fincanın telvesine göre belirleyenlerde. Belki de sebepsiz değildir bu, şöyle bir düşününce. Doğru bildiklerine güvenleri yoksa ya da hiçbir şeyi doğru bilmediklerinin farkındalarsa, çaresiz, ahali neyi nasıl biliyor diye soracaklar elbette. Hülasa suç mu dersiniz, eksiklik mi, yoksa fazlalık mı, her neyse o kamuoyu araştırmalarını yol haritası zannedenlerde. Her kimse işte onlar. Birini çok iyi tanıyoruz, o telveye baka baka ülkeyi getirdiği yerin de şahidiyiz. On üç özel uçağından biriyle gittiği yangın yerinde, kim bilir belki de ambulans ve itfaiye ekipleri durdurularak açılan yollarda, lüks araçlardan mürekkep konvoyundaki devasa otobüsün tepesinden insanların başlarına çay paketleri atıyor. Bu cür’eti de yine o anketlerden alıyor.

KAMYONDAN DÜŞEN KARPUZ

Memleket yanıyor, benim derdim bu mu? Bu evet, çünkü memleketi siyasetsizlik yakıyor. İktidar partilerinin bir siyaseti var. Yangından mal kaçırıyorlar. Gördünüz daha orman yangınları devam ederken çıkan yasayı. Memleketin tamamı artık tek bir kişinin tasarrufunda. Onun da neyi nasıl tasarruf ettiğini görüyoruz yıllardır. Hep bana, benden olana. Rabbena! Rabbena’yı yüksek sesle söylüyor, hep bana kısmını da göstere göstere yapıyor artık. Bakıyoruz o yasa nasıl geçmiş, geçebilmiş diye. O da ne, muhalefet partilerine verdiğimiz oylar Meclis’te iktidara yaramış. Biz ne yapsak, ne yöne dönsek, neye kızsak, sesimizi nasıl çıkarsak hep ona yarıyor. Su içse neyse de, zehir içse, zakkum yese gene o semiriyor. Biz elimizi yumruk yapmış kâh dizimizi, kâh böğrümüzü döverek ağıtlar yakıyoruz. Bir çıkış, ya Rab, bize bir çıkış!

O çıkış siyasette. Anketlere bakmayın, engebeli bir yolda yokuş yukarı aşırı hızla giden bir kamyonun üzerinden kopup havada dönerek düşmekte olan bir karpuza benziyor iktidar bloku. Arkasından koşturan partili muhalefet, yalnızca bir an nefeslenmek için dursa yere çakılacak ve darmadağın olacak. Fakat muhalefet partileri birbirleriyle yarış halinde ne olursa olsun karpuzu parçalanmadan tutmak için koşturuyorlar tabana kuvvet. Şartlanmışlık işte. Karpuzu devlet sanıyorlar. Onu yakalarlarsa devleti ele geçirmiş olacaklar sözüm ona. Nasılsa arkasından koşan birileri olduğunu bildiği için düşüyor karpuz gönlünün istediği gibi. Yakalarlar beni ve sarıp sarmalarlar. Kamyonu durdurup yerime yerleştirirler bir güzel. Çünkü içimin pörsümüş olduğunun farkında değiller. Pazara götürülüp tezgâhta sergileneceğim günü bekleyecekler. Seçim gününü. Beni dilim dilim paylaşıp mideye indirecekleri anın serabıyla peşimden koşuyorlar tutmak için. Keyif bende. Hep bana. Rabbena!

Bizler, hepimiz, geriye kalanlar, nefeslerimizi yangın yerine dönmüş ciğerlerimizde tutarak izlediğimiz o anın gerilimini iliklerimizde hissediyoruz. Kamyondan tepemize tepemize çay paketleri atılıyor. Düşüp parçalanacak mı karpuz, tutup dilim dilim paylaşacaklar mı? Peki bundan bizim kazancımız ne olacak? Belli ki hiçbir şey. Gereğinden fazla uzamış bir gerilim anı bitecek, sonrakine geçeceğiz. Bir çoğumuz yalnız buna sarılarak yaşıyor. Yaşanmaz ki böyle...

Yaşanmıyor da zaten. İzlediğimiz o anın gerilimiyle birbirimize verip veriştiriyoruz sürekli. Farkında mısınız kaç haftadır iki kelime ve yedi harften mürekkep o ihtimal dolaşıyor ortalarda ilk kez açık açık. Biliyorum elbette hep söylenir dururdu, kıyısında yaşadığımız hissiyle yaşıyoruz çok uzun zamandır. Ama kendini gerçekleştirmeye matuf bir ihtimal olarak bu kadar açıkça konuşulması uçurumun kıyısına ne kadar yaklaştığımızı, belki de bile isteye itildiğimizi gösteriyor. Bu sekans mültecilerden duyulan kesif rahatsızlıkla başladı, Konya’da yedi kişilik bir ailenin herkesin gözleri önünde katledilmesiyle başka bir düzeye evrildi. Orman yangınlarının devletin ihmalinden değil sabotajdan kaynaklandığı köpürtmesiyle de iyice kaşınıyor. Niye mi?

Çok açık... Çay fırlatan şahsın, çay fırlatma performansından da anlaşılacağı üzere, bir seçim kazanma umudu yok hayli zamandır. Hani var ya, “koptu artık gerçeklikten, bu kadarı da olmaz” diye parmağımızı ısırarak izlediğimiz kimi davranışları, konuşmaları?.. İşte onlar aslında kimsenin gönlünü, oyunu kazanmak gibi bir planı olmadığını, bunu başaramayacağının zaten farkında olduğunu, yani kendisiyle ilgili gerçeği tam olarak kavradığını, rıza umudunu kaybettiğini, dolayısıyla iktidarını sürdürme arzusunu başka yollara bağladığını gösteriyor sadece. Yani şahıs kendi “yüce” gerçeğini gayet farkında olarak yaşıyor ve yönetiyor. Türkiye’nin verili koşullarında şahsın iktidarda kalmasının yolunun seçimden ibaret olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Besle mevcut çatışmaları, ilan et olağanüstü hali, ne zamandır erkenden yapılması gerektiği bilinen seçimleri askıya al ya da olağanüstü hal koşullarında yap. Canının istediği gibi düş kamyondan, nasılsa seni yakalayıp dilim dilim paylaşmak isteyenler sayesinde tezgâha doğru yaptığın seyahate devam edebileceksin. Seyircilere de çay atarsın. Umutsuz şaşkınlıklarından yararlanırsın. Çayları havada yakalayacak ve seni alkışlayacak birilerini de tuttun mu üç kuruşa, tamam işte. Herkesi delirtir seyirlerine bakarsın. Ama ne plan değil mi? Bu türlü planları siyasi deha ürünü olarak görenler var mı hâlâ? Kaçıncı tekrarını yaşıyoruz bu sahnenin? Kaçıncı kez en ateşli muhalifler bu sahnenin figüranı olmak için yarışıyorlar birbirleriyle?

YERLİ-MİLLİ SCHMITTIAN DOLMUŞ

CHP’nin, yalnız kendi siyasi geleceğini değil tüm ülkeyi ateşe atmaktan kıl payı ve son anda sıyırdığı sığınmacı/mülteci/göç merkezli kolektif öfke nöbeti çok iyi bir örnekti bu mükerrer sahnenin nasıl bir iştiyakla, adeta bir protokol yerine getirilir gibi tekrarlandığına. (Alışık olmadığım, kendimi zorladığım bir soğukkanlılıkla yazmaya çalışıyorum bu kısmı.) Şahsın, taaa iktidar dümenini ele geçirdiği ilk anda önüne gelen Irak’ın ABD ve müttefikleriyle birlikte istilası ihtimalinden beri, kendi iktidarını sürdürmenin tek yolu olarak ülkeyi berbat uluslararası çatışmaların tam orta yerine “çekilin kurbanlık canlarım var” edasıyla sokmaya çalıştığı gerçeğini; sınır politikalarını/politikasızlığını; nerede ne kadar mendebur örgüt/devlet varsa bağrımızda/evimizde/yurdumuzda hepsine yaylalar gibi yer açmasını; ve nihayet AB’yle girdiği karşılıklı ahlaksızlığa dayanan anlaşmayı hedef alması gereken öfkenin, bütün bu çok katmanlı hayasızlıklar arasında hayatta kalmaya çalışan yersiz yurtsuzlara yönelmesi ihtimali çok ağırdı (başka çok kelime var burada, ağır’ın içini siz doldurun). Aklına ve fikrine güvendiğim birçok insanın bile bu apaçık dolmuşa binmelerini vicdan yorgunluklarına bağladım. O yorgunluğa birazdan geleceğim.

Fakat CHP ve İYİP’in toplumun, mevcut iktidarın sığınmacı/mülteci/göçmen politikasından duyduğu rahatsızlığı, doğru düzgün alternatif bir siyaset önermeksizin, iki dakikalık hamasi konuşmalarla ve “yav bu millet daha ne yapsın?” edasıyla gündeme taşıma girişimi tam bir sorumsuzluk örneğiydi. Çok kolay bir kapana hevesle girdiler, tıpkı karpuz kamyonunun peşinden koştukları gibi. Tıpkı sık sık Kürtlerle siyasi iletişim kurmakta yaşadıkları sorunların kendilerini köşeye sıkıştırmasına izin verdikleri gibi. AKP’nin eline böylesi çatışmaların mesuliyetini üzerlerine yıkacağı malzemeyi üretmek dışında bir işe yaramadı hiçbir açıklamaları. Hem CHP, hem İYİP yetkililerine yıllardır iktidar cenahı danışmanlarının el kitabı olarak gördüklerinden adım gibi emin olduğum Carl Schmitt’i okumalarını öneririm. Minik bir özet: Nasıl iktidar olunur? Çıkar bir iç çatışma, sonra da bastır, dost-düşman tarifini yapma tekelini eline geçir, herkesi o tarif üzerinden sürekli imtihana sok... Yaptığın dost-düşman tarifi üzerinden çıkardığın çatışmayı bastırıp, dirlik ve düzeni sağlayan sen olduğun için, meşru iktidar da sen olacaksın. Üstelik verili hukukun üstünde bir yer edineceksin kendine, çünkü dostu-düşmanı, kimin hukukun içinde ya da dışında olduğunu sen belirliyorsun artık. Muhalefet partilerinin geçen iki-üç hafta boyunca bindikleri yerli-milli dolmuşun yol haritası aşağı yukarı böyle bir şeydi. Eğer yuvarlanmakta olan karpuzu dilimleyecekleri günün serabıyla kavrulmasalardı bunu kendileri de rahatlıkla görebilirlerdi.

Anket sonuçları, “halkımız en çok sığınmacılardan rahatsız, ayrıca AKPMHP seçmenini kazanmak için Kürtlerle mesafeli durmamız lazım geldiğini söylüyor” diye o hattan yürüyüp üç-beş puan daha almaya çalışmanın maliyetini hesap edemeyecek durumda değillerse vay halimize. Yok böylesi bir hesap kabiliyetleri var da gene bu yoldan şaşmıyorlarsa halimize vay diyecek lüksümüz de yok demektir. Bu ikisi arasındaki ayrım da bizim muhalefet partileriyle ne türlü bir ilişki kurduğumuzla ilgili. Umudumuzu yalnızca onlara bağlamak yerine, onları umut olmaya zorlayacak yollar geliştirmemiz gerekiyor. Mevcut halleriyle serdettikleri iyimserlik umudun değil, umut yoksunluğun işareti zira.

Boş durmadım, mülteci/sığınmacı konulu müşterek öfke nöbeti sürerken kimler, ne yazıyor diye baktım. Hayli çok sayıda trol hesap vardı. İsimli, cisimli pek çok hesap da o söylenenlerin söylenebiliyor olmasından güç alarak öfkelerini dile getirdiler. Başka şeyler de dikkatimi çekti ama bu türlü araştırmanın profesyoneli olmadığım için bir tarafa bırakıyorum onları. Belirsizliğin, korkunun, adaletsizliğin biriktirdiği öfke az kalsın en güçsüzlerden, kendi çaresizlikleriyle bütün bunlara “konu” olmaktan başka suçu olmayanlardan çıkacaktı. Benzer bir durum, birkaç gündür orman yangınlarıyla ilgili olarak da yaşanıyor. Trol ya da bot oldukları belli hesaplar insanları şu ya da bu yerde sabotajcılara müdahale etmeye çağırıyorlar. Muhalefet partilerinin yerinde olsam hemen ortak bir çalışma grubu oluşturur, yukarıda anlattığım sebeplerle üzerime suç atılmaması için tedbir alırdım. Gerekirse bütün bu mevzuların geçtiği sosyal medya platformlarıyla da iletişime geçerdim. Düzenli olarak da bilgilendirirdim kamuoyunu. Çünkü memleket bir iğne deliğinden geçiyor ve buradan ancak bilerek, öğrenerek, farkında olarak, sükûnet ve dayanışmayla çıkılabilir. Partilerin insan kaynağı ortada ve umutsuz. Ancak böyle bir çalışma grubu oluşturulması halinde bir işin ucundan tutmaya hazır yüzlerce, binlerce işinin ehli gönüllü bulunacağından eminim. Ahaliye gaz vereyim, o enerjiyle anketlerdeki payımı yükselteyim derken ipliği deliğinden geçirmek zorunda oldukları iğneyi eritebilirler. Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür’ün şu yayında dikkat çektikleri sorudan daha önemli bir mesele yok şu an önümüzde.

VİCDAN YORGUNLUĞU

Vicdan yorgunluğuna gelince... Bu lafın kaynağı seneler önce Necdet Subaşı’nın ortaya attığı “din yorgunluğu” kavramı. Diyordu ki, her şeyin kendisine isnat edilmesinden yoruldu artık din. Daha sonra Ayşe Böhürler aynı tamlamayı başka bir açıdan kullandı. Ona göre gençler, her şeyin dine isnat edilmesi yüzünden, dinden yorulmuş, bezmişlerdi. Mevzunun çerçevesinin biraz daha geniş olduğunu, dinle ilişkisi fark etmeksizin hepimizin dûçâr olduğu bir duruma evrildiğini düşünüyorum. Başımıza gelen ama seyircisi olmaktan başka bir şey yapamadığımız tüm işlerde hepimizden vicdanımıza kulak vermemiz isteniyor. Vicdanımıza kulak vermeli ve susmalı ya da vicdanımıza kulak vermeli ve ses çıkartmalıyız. İktidar bu vicdan çağrısına bir de IBAN numaralarını ekliyor. Vicdanımıza kulak vermeli ve devletin ona ödediğimiz vergilerle yapması gereken hizmetleri özel şirketlerden satın alması için tekrar para vermeliyiz. Bunun dışında da karışmamalıyız hiçbir şeye, kimseden bir şey istememeliyiz. Tepemize atılan çay paketleriyle yetinmeli, yani payımıza düşene razı olmalıyız.

Fakat vicdan siyaseti üzerinden rekabet eden profesyonel politikacıların, onlardan ayrı olarak insanların dikkatini şu ya da bu meseleye vicdanlarını harekete geçirerek çekmeye çalışan sivil aktörlerin müşterek hedef kitlesi yıllardır bir uçurumun, felaketin kıyısında olduğu hissiyle sürekli tedirgin yaşayan, hatta kimi durumlarda o felaketi de tecrübe eden, bu halin bir gün bitebileceği umudunu da yitirmiş bir insanlar topluluğu. Frekansı sıklaşan müşterek öfke nöbetleri, vicdana yönelik taleplerin “bana ne ya!” tavrıyla karşılandığının, bireysel ya da küçük birimler olarak tutunulan hayatta kalma yordamlarının, insanlara kendini dünyadan, fiziksel çevreden ve dünyadan kopmaya yönlendirdiğinin işaretleri. Salgının ve bitmek bilmez ekonomik krizin, kurumlara duyulan güvensizliğin zamanla hiçbir şeye ve hiç kimseye güvenmeme halini almasının etkisini de yadsıyamayız. İyi değil bu. Çünkü buradan ne bireysel ne kolektif bir gelecek arzusu/iradesi çıkar. Başımıza gelen şeyin asıl sorumlularına gücümüzü yetiremediğimiz için en zayıfa yönelttiğimiz öfkenin sonuçlarından olsa olsa birbirimizin yüzüne bakamayacak denli utanacağımız öyküler devşirebiliriz. Onlardan yeterince var elimizde, yenilerine ihtiyaç duyduğumuzu hiç sanmıyorum.

Öte yandan kurumları tarumar edilmiş, bütün denge ve denetleme mekanizmaları ortadan kaldırılmış, yalnızlaştırılmış, kötürüm bir halde ortada bırakılmış, rant için toprağından, yerinden, mahallesinden, ağacından, suyundan, aldığı nefesten edilmiş bir ülke ne yaparsa onu yapıyor Türkiye: Dağılıyor. Böyle bir halde, gerek sığınmacı/mülteciler gerek Kürtler örneklerinde olduğu gibi, hak ve adalet temelli bir siyasetin vicdana seslenilerek yapılması da beyhude bir kolaycılıktan ibaret. Vicdan dediğimiz şeyin tüm yapıtaşları “yerli ve milli” hamaset edebiyatıyla bu kadar kemirilmişken oraya hitap etsin diye sarfedilen her bir kelimeye olabilecek en kötü cevapları almamız acı, ağır ama bir yandan ne yazık ki anlaşılmaz olmaktan uzak. Kendi haklarını savunmakla bir diğerinin, en güçsüz olanın hakları için mücadele etmenin bir ve aynı şey olduğunu hatırlamak için vicdana değil, matematik ve hukuk temelli bir siyaset üretmeye ihtiyacımız var. İktidar sözcüleri çıkıp, “mülteciler olmasa sanayimiz batardı” diyecek kadar gözlerini karartmışlarsa yapmamız gereken, kölelik koşullarında çalıştırılan mültecinin/sığınmacının yanında, onunla birlikte, hem kendi adımıza hem onun adına sanayiciden ve iktidardan hesap sormaktır. Sendikaları güçlendirmek, sığınmacı/mülteci işçilerin toplu sözleşmelerde yer almaları için ihtimaller geliştirmek, ortalığı bunun için ayağa kaldırmaktır. Saf ya da romantik değilim, asıl saflığın ve romantikliğin sanayiciye ya da sanayicinin hamisi devlete “daha ucuz, hatta yaşadığı bile kayıt altında olmayan, bu yüzden kimsenin hakkını savunmadığı, bu yüzden karın tokluğuna çalışmaya mahkûm edilmiş insanlar yerine daha çok ücretle beni al işe, çünkü ben seninle aynı millettenim, bu devletin yurttaşıyım” serzenişinde bulunmak olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin AB ile yaptığı ve daha önce söylediğim gibi karşılıklı hayasızlık ve hukuksuzluk üzerine kurulu anlaşmaya karşı mücadele, sığınmacıların mülteci olarak haklarının tanınmasından ve uluslararası çıkar hesapları yüzünden yakılıp yıkılan ülkelerinde yaşayamıyorlarsa istedikleri, o hesaplardan en çok kazanan ülkelerde yaşama özgürlükleri için dayanışmakla olur. Vicdana yönelik seslenişler, Türkiye’nin içinde bulunduğu “insanlık durumu”nda bu türlü hesapların yapılabilmesini yalnızca engeller.

1990’lardan itibaren Kürtlerin verdikleri eşit yurttaşlık ve insan hakları mücadelesinden bildiğimiz bir ders bu aslında. Daha evvel ve yine aynı esnada kadınların verdikleri hak mücadelelerinde de öğrenmiştik. LGBTIQ+ bahsinde keza... Hak ve hukuk işleri vicdanlara seslenilerek kotarılacak işler değiller. Çünkü vicdanlar tıpkı şimdi olduğu gibi yorgun düşebilir, aslında çoğu zaman yorgundurlar, çünkü maileri yorucudur. Oysa hayat ve hukuk matematikle ilgili konulardır: Birimizin hakkı ihlal edildiğinde ve biz buna itiraz etmediğimizde, sıra öbürüne gelir. Bunun istisnası yoktur. Sonunda hakkı ihlal edilmemiş kimse kalmaz ve ihlal edilmiş haklar toplamından yeni bir hukuk oluşur. O hakkı ihlal edenlerin “biz”den olması bu hesabı değiştirmez. Hatta “biz” en çok, hak ihlal edenler “biz”den olduğunda parçalanır, sınırı daralır. Biz’in içeriğini ne kadar geniş tutarsak o kadar genişler haklarımız da, çünkü kalabalıklaşırız. Haklar paylaşıldıkça azalmaz, çoğalır. Herkes için eşit hak talep ettiğimizde hiçbir şey kaybetmeyiz, aksine talep edecek başka haklar icat ederiz hep birlikte. Birbirimizin hakları için mücadele ettiğimizde herkes kendi hakkı için de mücadele etmiş olur. Bu çok açık bir hesap ve hiç romantik değil. Saydığım bütün bu alanlarda mücadeleyle ve söke söke kazanılmış haklarda -bence sadece şimdilik kaydıyla- geriye düşmemizin en önemli sebeplerinden biri de gene mevcut iktidarın ne zaman hak-hukuk desek, karşımıza yerli-milli, din, diyanet kelimelerinden yaptığı bir “vicdan çorbası”yla çıkmasıydı. Sığınmacıların “misafir” gibi aslında hukuken var olmayan bir kategoride adeta askıda tutulmalarının sebebi de buydu, meseleyi hukuk yerine vicdan gibi ne idüğü belirsiz, sürekli mıncırılmaktan yorulmuş, üzerindeki tüm çizikler cilalanarak parlatılmış bir merciye havale ederek her an istismar edebileceği bir istisna hali yarattı. Şimdi içerde ve dışarda tepe tepe kullanıyor o istisna halini.

Ha bu dediklerim Türkiye’de ırkçılık yok, şovenizm yok demek de değil. Gene ne yazık ki gani gani var. Yorulan vicdanını dinlendirmek isteyenin “bana ne ya!” dediği anda kendini gölgesine sığınmış olarak bulacağı kadar geniş bir sahası var hem de ırkçılığın ve şovenizmin. Hep birlikte geçeceğimiz iğne deliğini eritmek üzere bekleyen yangının en çok beslendiği şeylerden biri vicdan yorgunluğu ise diğeri ve asıl büyüğü de ırkçılık ve şovenizm. İklim değişikliğine benziyor biraz. Varlığını inkâr ettikçe hayatı herkes için yaşanmaz kılıyor.


Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.