Aşk elle tutulur mu? Gözle görülür mü? Ahmet Kaya’nın seslendirdiği yani benim en çok ondan dinlemeyi sevdiğim şarkının sözlerinde olduğu gibi “Sevdan baştan gitmiyor, Sarılıp yatmayınca” dediği gibi, aşk ne olursa olsun yürekten sökülüp atılamayacak bir duygudur. Şimdi buraya ne cümle yazarsam yazayım hep bir kelime, hep bir cümle eksik kalacak ama ben yine de yazmaya çalışacağım.
Ama ilk önce Aşk’ı yanlış anlayan insanlar için, Aşk’ın dokunmak olmadığının altını çizmek istiyorum. Aşk hissetmektir. Mesela öyle bir müzik dinlersin ki, belki sözlerini anlamazsın ama öyle bir şey hissedersin ki hissettiklerini kelimelere dökemezsin, Aşk işte öyle bir şeydir.
Aşk, 1853 –1890 tarihleri arasında yaşayan Van Gogh’a bir kulağına mal olan, Marquez’e “Kolera Günlerinde Aşk”ı yazdıran, Kafka’nın içinde gün be gün büyüyen Sevgili Milena’ya yazılan mektuplar, Halide Edip Adıvar’ın yazdığı Kalp Ağrısı gibi daha birçok örnekler verebilirim. Aşk insanlık tarihi boyunca üzerine birçok roman, hikâye yazılan, cümlelerle anlatılmaya çalışılan bir duygudur.
Onur Akın’dan dinlediğim şarkının sözlerinde olduğu gibi, seviyorum seni, ekmeği tuza banıp banıp yer gibi. Geceleyin ateşler içinde uyanarak, ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi. Nice şarkıların da ana teması hep aşk, yani aşktan kaçış yok. Tesadüfen, hayatla dalga geçer gibi dururken birden uzaklardan el sallayan zehirli bir sarmaşık ağacıdır Aşk ama yine o zehirli sarmaşığa sarılmak ve onun kollarında sallanmak, onunla aynı havayı solumak isteriz. Aşk yürek işidir ve yürekte kendi odalarında neler olduğuna dair bir çözüm yolu bulamaz. Karmakarışık olan beyne yollar çözümsüz sorularını ve beyinde bir çözüm bulamadığı için kalbin çırpınışlarını kabullenir.
Karmakarışık bir ruh halidir aşk ve o karmaşıklığın içinde her şeyin gözümüze daha güzel gözükmesine şaşırırız. Çiçekleri alıp koklarız ve kokladığımız çiçeklerin kanatlarını seviyor mu sevmiyor mu diye kopartırız. Hep seviyor çıksın isteriz. Şimdi ise o çiçeklerle dolu yeşilliklerin üstünü betonlarla örtülü ve hiç kimse artık papatya falları bakamıyor, bakmak ile görmek arasındaki farkı fark edemeyen bir gençlik büyütüyoruz. Ne yazık ki, Aşk’ı tensel bir uyuşma olarak görüyorlar.
Kitapçıya gidip bütün aşk kokan kitapları alıp okuyan ve kendi duygularını anlatan bir cümle, bir kelime arayan insanlar nereye saklandılar? İçindeki kapalı duran o kutu açmak için yüzlerce kitap deviren insanlar yok artık. İçimizi anlatacak, içimizdekileri gün yüzüne çıkartacak, tırnaklarımızı tenimize geçire geçire, bir pencere arardık ve zamanla geçer diyerek zamanı beklerdik. TV kanalarından karşımıza tesadüfen bir film çıkardı ve biz aşk filmi gibi izlerdik. Birini sevmekten çok öte bir duyguydu “ aşk”.
Konu aşk olunca Vatan’ını, sevdiklerini aşk ile seven Nazım’ ı yazmasam olmaz. İstanbul balmumu müzesini gezerken Nazım Hikmet’in balmumuyla karşılaştım öylece baktım. O balmumu müzesinde bile Nazım’ı demir parmaklıklarına ardına koymaları içimi acıttı. Şairi anlatmak için balmumunu demir parmaklıklar ardına koymaya hakları yoktu. Demir parmaklıklar yerine aşk kokan şiirlerinden bir poster yapıp onun önüne koysalardı keşke dedim. Bu dünyaya bir daha Nazım’lar, Marx’lar, Halide Edip’ler, Kafka’lar, Marquez’ler gelemeyecek ama yine de umudumuzu kaybetmemek lazım.
Neyse fazla söze gerek yok. Şimdi size Karl Marx'ın İngiltere'de sürgündeyken karısına yazdığı bir aşk mektubuyla yazımı bitirmek istiyorum.
"Yürekten sevdiğim”
Sana yine yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor, ya da karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum.
Kısa süreli ayrılıklar iyi oluyor, çünkü hep bir arada olunca her şey ayırt edilmeyecek kadar birbirine benzemeye başlıyor. Yan yana durduklarında kuleler bile cüceleşirken, alelade ve ufak tefek şeyler yakından bakınca kocamanlarmış. Küçük tedirginlikler onlara yola açan nesneler göz önünden kaldırıldığında yok olabilir. Yan yanalık dolayasıyla sıradanlaşan tutkularsa mesafenin büyümesine yeniden büyüyüp doğal boyutlarına dönerler. Aşkımda öyle...
Zamanın aşkımı tıpkı güneş ve yağmurun bitkileri büyüttüğü gibi büyütmüş olduğunu anlamam için senin bir an, sırf rüyada bile olsa, benden koparılman yetiyor. Senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: O, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. Böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. Araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve öznel izlenimlerimde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. Ama aşk Feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil, sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor...
Dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim? Senin tatlı çehrene sonu gelmez acılarımı, yeri doldurulmaz kayıplarımı bile okuyabilir ve senin tatlı yüzünü öptüğümde acıyı öperim.
Hoşçakal canım. Seni ve çocukları binlerce kere öperim.
Senin, Karl/Manchester, 21 Haziran 1865"