MUHTEŞEM HONOLULU GECELERİ

MUHTEŞEM HONOLULU GECELERİ

Tüm yorgunluğumuz rağmen Honolulu gecelerine akmaya karar verdik ve hava kararırken bir kez daha dışarı çıktık Yer yere meşaleler yakılmış, çiçekler ve ağaçlarla süslenmiş geniş kaldırımlı yolları ve dükkanları kalabalık bu lüks semti dolaştık. Heykeller önünde fotoğraflar çektik,

02 Eylül 2019 - 11:04 - Güncelleme: 02 Eylül 2019 - 11:17

Honolulu, Hawaii, Koko, Sen Ne Biçim Bir Şeysin, Duman Ettin Bizi, Muhteşem Honolulu Gecesi, Plajın

 

23- HONOLULU, HAWAİİ, A.B.D. 210 31’ Kuzey Enlemi, 1570 41’ Batı Boylamı

Ertesi sabah kaptanımızın tavsiyesine uyarak gün ağarmadan güverteye çıktık. Gecenin karanlığı yeni yeni dağılmaya başlamış ve gemimizden bakınca şehrin çok uzun ve dümdüz görünen sahilini boydan boya kaplayan gökdelenler tüm ışıklarını yakmış olarak bize hoş geldin dediğini görüyoruz.

Havanın aydınlanması ile at başı olarak sahile gittikçe yaklaşıyoruz. Hem aydınlanma hem de yaklaşma nedeniyle artık şehri daha ayrıntılı görebiliyoruz. Gökdelenlerin düz bir sıra halinde olmadığını şehrin kıyıdan başlayarak içlerine kadar giren bir alanda serpiştirildiğini görüyoruz. Ayrıca kıyının hem plajlardan hem de ağaç ve çimlerle kaplı yeşil alanlardan oluştuğunu anlıyoruz. Birazdan güneş gökdelenler arasında kendisini belli etmeye başlıyor.

Liman şehir merkezinde. Limanın iç kısmındaki rıhtıma yanaşmak için kılavuz teknesi önümüzden gidiyor. Gemimiz üç kez ve uzun uzun düdüğünü öttürüyor. Kılavuz teknesi ise birden şova başlıyor: Kendi ekseninde mütemadiyen dönerken her iki tarafına monte edilmiş ve güvertesinden yaklaşık birkaç metre yüksekte sabitlenmiş hortumlarından fıskiye şeklindeki suyu denize püskürtmeye başlıyor.

Kılavuz teknesinin bu dansı beş dakika kadar sürdü. Bittiği zaman biz onları alkışladık onlar bize el salladı. Bir saate yakın olarak geminin güvertesinde kalmışız, yolcular yavaş yavaş kahvaltıya geçmeye başladı bizim gibi.

Dışarıya çıktığımızda aslında yakın gibi görünen ancak devasa gökdelenlerin kapladığı büyük alanlar nedeniyle gerçekte yaya olarak kırk dakika civarında bir uzaklıkta olan şehir merkezine bizim için tahsis edilmiş yerel araçlarla gidiyoruz.

Toplu ulaşımın merkez istasyonu olan bölgeden önceden planladığımız gibi şehir merkezinin limana göre diğer ucundaki Daimond Hill (Elmas Tepesi) Kraterine gidecek ve tepeye tırmanacağız. Gülsüm'ün pasta süsleme sanatı derslerinden arkadaşı olan Güney Afrikalı şeker kamışı çiftçisi olan çift de tesadüfen aynı yerde otobüs soruyor. Selamlaşıp konuşuyoruz. Onlar Koko Kraterine gideceklermiş.

Bu yer benim gezi notlarım da görülecek yerler olarak yazdığım bir yer ama oraya has özellikleri not etmemişim. Gülsüm her iki kraterin birbirine yakın ve aynı yerde olduğunu sanmış arkadaşlarıyla konuşurken. Önce Koko'ya gidelim mi diye konuştuk ve gemi komşularımızın peşine takıldık. Onların ana dili İngilizce olmasına rağmen Koko'ya giden otobüsü güç bela belirlediler ve iki aktarma yaparak Koko'nun eteklerine geldik.

KOKO SEN NE BİÇİM BİR ŞEYSİN, DUMAN ETTİN BİZİ

Burası adanın güneyindeki Honolulu'nun dışında ve adanın doğu tarafında. Diamond Tepesine göre gemimize 3 misli uzakta. Otobüsten sonra bir km kadar yürüdük, meskûn mahal bitti, halka açık spor sahalarının bir kompleks oluşturduğu bir bölgenin içine girdik. Kocaman ve yeşillikler içinde bir dağ dik yamaçlar halinde yükseliyor.

Tepe noktası bir düzlük gibi görünüyor aşağıdan ancak oraya doğru hiçbir yol görünmüyor. Bir hayal gibi belli belirsiz ince bir çizgi diklemesine tepeye doğru gidiyor hatta yaklaştıkça karınca misali sıralı olarak insanların bu çizgi üzerinde hareket ettiğini görüyoruz ama çok uzak olduğu için nasıl bir yol olduğunu çözemiyoruz.

Rastgele yürümeye devam ediyoruz ve bilgi alacak bir insan arıyoruz. Ter içinde ve altında spor tayt üstünde yine spor büstiyer olan genç bir kız eliyle yolu tarif ediyor ve çok sıkı bir egzersiz olacağını belirtiyor.

Hafifçe yokuşa sarıyoruz, elektrik telleri üzerine atılmış ve birbirine bağlanmış bağcıkları ucunda havada sallanan onlarca spor ayakkabısının altından geçerken buna bir anlam veremiyoruz ama dönüşümüzde ne anlama geldiğini çok iyi kavramış olacağımızı da henüz bilmiyoruz. Patika şeklindeki yolumuz kısa sürdü ve birden diklemesine tepeye doğru dümdüz bir hat olarak çıkan demiryolu ile karşılaştık.

Demiryolu 30x30 kalınlığında travers denilen ahşap keresteler üzerine monte edilmiş. Demiryolunun kendisi ile sağ ve soldaki boşluk alan en fazla 1,5 metre genişliğinde, daha sonra her iki tarafta neredeyse balta girmemiş maki türü çalı ve ağaççıklar tüm dağı sardığı gibi burayı da çevreliyor.

Demiryolunun çok yıllar önce terk edildiği demirlerin ve traverslerin eskiliğinden ve kırık dökük oluşlarından anlaşılıyor. Ayrıca demiryolu altında normal şekilde bulunması gereken mıcır yok doğrudan toprak üstünde gidiyor.

Daha sonra öğrendiğimize göre burası, 2.Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların Japon saldırılarına karşı bu dağın tepesine kurdukları mevzilerine uçaksavarları ve diğer silah ve cephaneyi çıkarmak için yaptıkları bir ulaşım hattı imiş ve savaş sonrası kaderine terk edilmiş. Demiryolu dümdüz olmasına rağmen tepe o kadar uzakta ki ucunu göremiyoruz. İnsanların da karınca gibi sıra sıra çıktığını ve yine aynı dar hat boyunca sırılsıklam ter içinde, alı al moru mor ve birazda ayakları titrer vaziyette önümüzden bir ruh gibi yorgun argın geçtiğini görüyoruz. Dağı ilk gördüğümüz sıradaki karıncalar meğerse bu insanlarmış.

Tereddüt etsek de buraya kadar geldikten sonra biz de tırmanmaya başlıyoruz. Ancak bu normal bir dağ tırmanış yürüyüşü değil. Her şeyden önce çok dik ve viraj almadan doğru bir hat üzerinde giden demiryolu içinde yürüyoruz.

Tren yolu içinde bazen ahşap traverslere basarak bazen de iki travers arasındaki toprağa basarak ilerliyoruz ama biraz sonra hızlıca ve peş peşe birbirini takip eden adımlarımız son buluyor ve önce sağ ayakla bir adım attıktan sonra sol adımı onun yanına getirerek birer adım şeklinde tırmanmaya başlıyoruz.

Ayrıca düz bir zeminde değil, traversler nedeniyle tümsekli çukurlu bir zemin üzerinde hareket ediyoruz. Daha ilk 10 dakikada sırılsıklam ter olduk ve nefes nefese kaldık. Gülsüm arkamda kaldı, arkadaşımız olan çift ise daha da geriden geliyor.

Adetim olduğu üzere ben arkama bakmadan çıkmaya çalışıyorum. Ancak her 10-15 dakikada durup bir o kadar dinlenmeye başladım, benim dinlenmem bittiği anlar da Gülsüm bana yetişiyor ama yorgunluktan hemen yere oturuyor.

Yolu yarıladığımızda yolun çok daha fazla dikleştiğini gördüm. Nerdeyse dik bir duvara çıkmaya başladık. Şimdi her bir adımda durmaya veya 3-5 adımlık ataklar halinde tırmanmaya başladık. Tekrar yukarı baktığımda insanların iki ayak üzerinde duramadıklarını artık dört ayak şeklinde emekleyerek tırmandığını ya da indiğini fark ediyorum.

Biraz sonra çok tehlikeli bir bölgeye geldik. Burası bir köprü ve demiryolu artık toprağa basmıyor genellikle 2 metre ortalara doğru 3 metre yüksekten geçiyor. Köprünün başlangıcında buraya ilişkin bir uyarı levhası koymuşlar ve isteyenlerin yan tarafta patika oyuklar şeklinde yapılan dar bir yan yoldan tırmanarak ilerleyebileceklerini bu şekilde köprüyü bypass edebileceklerini yazmışlar.

Önde ben arkada Gülsüm köprüyü bypass ederek daha dik ve dar olmasına rağmen ağaç dalların tutuna tutuna köprünün yanındaki yan patikayı tırmandık ve biraz sonra köprünün diğer ucunda tekrar demiryoluna geçtik.

Şimdi yolun dikliğini ve tırmanmanın zorluğunu o anda aklımdan geçenlerle anlatmaya çalışayım; "çok pişmanın burada olduğuma, keşke hiç gelmeseydim, asıl sorun aşağıya nasıl döneceğim, o köprüyü nasıl geçeceğim"

Bir ara tansiyon mu şeker mi bilmiyorum çünkü o tür bir sağlık sorunum yok ama başım dönmeye ve gözüm kararmaya başladı, neyse ki bu durum çok kısa sürdü tekrar normal halime dönüp artık yaklaştığımı görebildiğim zirveye kısa ataklarla tırmanmaya devam ettim. Genç bir çift orta büyüklükteki köpekleri ile buraya gelmişler. Hemen benim arkamdalar ve artık köpeğin adım atacak hali kalmadığı için adam köpeği bir müddet kucağında taşıdı, sonra bırakmak zorunda kaldı, benim dinlenmekte olduğum noktaya geldiğinde sahibi durunca köpek kendisini öyle bir yere bıraktı ve yattı ki herkes hayvana acıyarak sevgi gösterisinde bulundu.

Hayvanın kalbi o derece şiddetle atıyor ki, tüm vücudu bir kalkıyor bir iniyor. Sahibi tekrar tırmanmaya başlayınca, yavrucak da onu takibe başladı. Bu şekilde onlarla nihayet demiryolunun sonuna geldik. Gülsüm daha aşağılarda kaldı. Bizim arkadaşlar ise hiç görünmüyorlar.

Demiryolu bitti ama zirveye henüz ulaşamadık. Şimdi dar ve ağaçlar arasındaki kayalık bölümden hem de normal bir yokuş yukarı yürüyüşle değil de kat kat yükselen kayalara tutunup asılarak bir dağcı gibi tırmanıyoruz. Neyse ki bu bölüm kısa sürdü ve bu olağandışı tırmanışı tamamlayıp zirveye ulaştım.

O anda tüm yorgunluğum gitti. Ancak zirve dediğimiz yer aşağıdan görüldüğü gibi bir düzlük değilmiş. Daracık ve ağaçlı bir alandayız. Asıl krater ağzı dağın diğer tarafında ve alttaymış ve bizim tırmandığımız nokta bu kraterin en yüksek duvarını oluşturuyormuş. Geldiğimiz yerden zirvedeki bu en yüksek kısmı gördüğümüzden olacak diğer tarafta ve aşağıda kalan krateri görmüyoruz ve burasını bir düzlük gibi algılıyoruz.

Ancak manzara nefis. Üç yanımız okyanus, bir tarafımız ise adanın ormanlar içindeki dağları ve dağlar arasındaki vadileri ile kaplı. Diamond Tepesi bize hem uzak hem de alçak duruyor ve onun ilerisinde şehrin gökdelenleri görünüyor. Tırmanmaya başladığımız bölge ise şehrin banliyösü niteliğinde ve yeşillikler arasında bahçeli evler, bir stadyum, alışveriş merkezleri, geniş yollar ve rekreasyon alanları şehre doğru uzanıp gidiyor.

Tırmanış boyunca devamlı olarak patlama sesleri geliyordu ve tam olarak ne olduğunu çözememiştim. Meğerse silah atış poligonu imiş ve dağımızın yan tarafındaki alçak bir bölge içine kurulmuş. Yüzlerce park etmiş araba ve atış alanları ve binalar şimdi net bir şekilde kuşbakışı olarak görünüyor.

Biraz sonra Gülsüm geliyor ve sevinçle ellerini havaya kaldırıp poz veriyor. Daha sonra ise bizim Güney Afrikalı çiftçi arkadaşlar geldi. Önce oturacak bir yer olmadığı için ayakta dinlenmeye çalıştık. Sonra yine askeri dönemden kalmış bir mevzi olduğu anlaşılan beton iskeleti üzerinde demir ızgara şeklinde çatısı olan alçak bir yapının üstüne çıkıp bu demir ızgaralar üstünde oturuyoruz.

Burası artık tepenin de tepesi. Akıllık edip tırmanış başlangıcında Hawaii gömleğimi ve onun içine giydiğim beyaz kolsuz atletimi çıkartıp yedek tişörtümü giymiştim. Zirvede bunları tekrar değiştirdim. Üstümde şimdi kuru bir şeyler var ama alt tarafım terden su içinde. Rüzgâr olmasına rağmen hava ılık ve üşümüyoruz. Hilo'daki pazardan dün almamıza rağmen yemeye fırsat bulamadığımız kocaman iki avokado ve limonları çıkarıp piknik şeklinde zirvede yiyoruz.

Bu sırada Hawaii gömleğimi çıkartıp beyaz atletle oturmaya başlayınca Gülsüm halime gülmekten kırılıyor. Bir Türk aile olarak, beyaz atletimle otururken tek eksiğimizin mangal keyfi olduğunu konuşuyoruz.

Artık inişe geçme vakti. Bu arada şiddetli bir yağmur başlıyor. Hava sıcaklığı sabit olduğu için yağmur sorun değil hatta terlerimizi temizliyor. Tekrar yedek tişörtümü giyiyorum ama üzerimden sular damlıyor artık.

Çantam da ıslandığı için aşağıda giyecek kuru gömlek ve atlet artık kalmadı. Bunlar sorun değil şu anda, asıl sorun bu dik demiryolunu nasıl ineceğiz. Ahşap traversler su içinde, aralarındaki toprak ise çamur halinde. Kuruyken bile kayma tehlikesi vardı şimdi bu tehlike azami şekilde arttı. Çok daha dikkatli ve yavaşça, her bir adımda dura dura, çoğu zaman dört ayak üzerinde eğilerek, otura kalka veya yan yan yengeçler gibi ayaklar ahşaplarda eller demiryolunu kavramış vaziyette iniyoruz. Bu kez birbirimizden ayrılmadan ve bitişik vaziyetteyiz. Aşağısı o kadar uzak ki, insanlar ve yolun sonu görülmüyor.

En korktuğum yere köprünün üstüne geldik. Bu kez bypass yapmıyoruz. Ben yengeç gibi yan yan inerken, Gülsüm oturarak kıçın kıçın iniyor. Aşağısı 3 metre boşluk ve kayalık halde, sanki “sakın düşme buraya" der gibi. Köprüyü geçtim, arkama baktığımda Gülsüm henüz köprünün ortasına gelememiş.

Yüzü aşağıya dönük şekilde oturmuş en kenarda, bir traversten diğerine geçiyor ve iki dakika duruyor. O halini fotoğraflarken makinemin ekranına çok enteresan başka bir görüntü giriyor. Gülsüm’ün hizasında, demiryolunun ortasında arkası aşağıya dönük olarak bacaklarını hiç bükmeden tam olarak eğilmiş, poposu havada, elleri traverste ve başı traverslere neredeyse değecek şekilde yerde geri geri ve adım adım iniyor.

Altında çok kısa ve birazcık bol bir şort, üstünde küçük bir tişört giydiği için tüm bacakları ve kalçaları meydanda ve beli açılmış bir vaziyette duruyor. Benim durduğum yerden belinden sonrası ve özellikle kolları ve başı görülmediği için sadece geniş bir açı yaparak açılmış iki bacak ve çıplak bir popo olarak görülüyor. Daha sonra Gülsüm'ün bulunduğu yerden de tüm göğüsleri açık şekilde amuda kalkmaya hazırlanan bir kız olarak göründüğünü öğreniyorum.

İnişin sonunda birlikte fotoğraf çekilirken adresi, telefon numarası, facebook ve instagram adresleri ile Japon turist olduğunu öğreneceğimiz Ayumi'yi ilk kez bu haliyle tanıyoruz.

Köprüden sonrası daha kolay geçiyor, yağmur altında inişimizi tamamlıyoruz. Görevini yapan ancak parçalanmayan ayakkabılarımızı elektrik tellerine fırlatmıyoruz ama artık oraya neden asıldığını daha iyi anlıyoruz.

Japon Ayumi ile aynı anda inişi tamamladık. Kız kardeşi ile birlikte olduğunu o sırada fark ediyoruz. Gülsüm’le birlikte yan yana yürürken selamlaşıyoruz. İniş hatırası fotoğrafı birlikte çekiliyoruz ve bu arada tanışıyoruz.

Biz beş yıl önceki Japonya gezimizi anlatırken onlar arkadaşlarının Türkiye anılarını naklediyor ve kendilerinin de Türkiye'ye gelmeyi planladıklarını söylüyorlar. Japonları elektronik aletlere büyük bir bağlılığı var. Yağmur altında hiç üşenmeden telefonunu çıkartıp İzmir'i haritada aradı ve bizim bilgileri not etti, kendi bilgilerini bize verdi. Hatta benim facebook ve instagram hesaplarıma girdi oradaki fotoğraflardan bazılarını beğendi ve bana arkadaşlık isteği gönderdi.

Biraz sonra kırk yıllık dostlar gibi kucaklaşarak vedalaşıyoruz ve en yakın zamanda Türkiye'ye geleceklerini ve Gülsümün teklif üzerine bizim evde kalacaklarını söylüyorlar. Bakalım tekrar karşılaşacak mıyız yoksa hoş bir anı olarak mı kalacaklar.

Belediye otobüsü ile yollarda dolana dolana gemimizin olduğu noktaya geldik. Bahçeli ve araba garajlı evlerine, imar düzenlerine, çevre temizliğine bir kez daha imrendik. Saat beş sularında gemiye bindik ve ilk işimiz Islak giysileri çıkarmak ve temizlenmek oldu. Sonra sıcak pizza ve peş peşe içtiğimiz çaylarla hem dinlendik hem de Koko krateri maceramızda yaşadıklarımızı ve hissettiklerimizi birbirimize tekrarladık.

Saat altıda akşam yemeği başladı, dayanamadık bir şeyler daha atıştırdık. Tüm yorgunluğumuz rağmen Honolulu gecelerine akmaya karar verdik ve hava kararırken bir kez daha dışarı çıktık. Bu kez hedef buranın en meşhur semti ve plaj bölgesi Waikiki. Yine belediye otobüsü ile yaklaşık 15-20 dakika sonra dünyanın en pahalı markalarına ait giysi ve mücevher mağazaları ile donanmış, sıra sıra çok lüks restoran ve kaffelerin olduğu ışıltılı caddenin başlangıcına geldik ve otobüsten inerek yürüyerek gezmeye başladık.

MUHTEŞEM HONOLULU GECESİ

Yer yere meşaleler yakılmış, çiçekler ve ağaçlarla süslenmiş geniş kaldırımlı yolları ve dükkanları kalabalık bu lüks semti dolaştık. Heykeller önünde fotoğraflar çektik, küçük ve süslü parklarındaki banklarda oturduk. Plajına gelince dalgalardan sakınarak ıslak kumlar üzerinde yürüdük. İki ayrı mağazadan alışveriş yaptık. San Francisco'nun meşhur cheescake faktory markasının buradaki şubesine girdik ancak neredeyse elli kişilik sırayı görünce vazgeçip dışarı çıktık, Hard Rock Caffe'ye girdik, Apple mağazası önünde cep telefonuma otomatik olarak wi-fi açıldı ve orada biraz internet gezisi ve whatsapp gönderisi yaptık.

Gece yarısına doğru tekrar otobüs ile gemiye döndük. Yorgunluktan ve uykusuzluktan perişan bir halde kendimizi hemen yatağa attık. Bu arada yarın sabah erkenden kalkmayı ve öğlen başlayacak tur öncesi hangi plaja nasıl gideceğimizi ve yüzme için yanımıza neleri alacağımızı da şimdiden planlamayı ihmal etmedik.

PLAJIN BÖYLESİ BİZDE YOK

Ertesi sabah tüm gece deliksiz uyumamıza rağmen her tarafımız et kesiği olmuş bir halde erkenden uyandık. Tabii ki bu halimize aldırmadan akşamki plana uygun olarak hızlı bir kahvaltı sonrası gemiye yakın olan Ala Moana semtindeki plaja doğru yürümeye başladık. Yarım saat sonra kumsalda, mayolarımız üzerimizde okyanusa girmeye hazırdık. Dünkü yağmurdan sonra bugün hava günlük güneşlik. Altın sarısı kumsalda Hindistan cevizleri küçük öbekler yaparak sıralanmış. Cankurtan kuleleri ve duşlar yine kumsalda. Kumsalın bittiği noktada yaya yolu, bisiklet yolu ve araç yolu birbirine paralel olarak sıralanmış. Onlardan sonra ise otopark ve tamamen çim ve ağaçlarla kaplı yeşil alan uzanıyor. Daha sonra sahilden çok şehre hizmet eden geniş bir araç yolu ve üzerinde normal bir yoğunlukta araçlar iki taraflı olarak gidip geliyor. Bu yolun diğer tarafında ise çelik ve camdan oluşan devasa ve çok yüksek gökdelenler oldukça büyük bir alanı kaplıyor. Gökdelenlerden oluşan bu merkez denize paralel olarak on km uzunluğunda ve içeri doğru da en az beş km eninde. Aralarında yollar, otoparklar, yeşil alanlar ve kat sayısı daha az değişik amaçlı binalar serpiştirilmiş. Tek katlı ve bahçeli evlerden oluşan bölüm bizim dün gittiğimiz Koko tepesine doğru uzanıyor. Şehrin denize paralel diğer tarafı ise liman ve liman ile ilintili sanayi ve ticarete ilişkin üretim ya da depolama alanları. Pearl Harbor liman bölgesi de o tarafta ve yaklaşık yarım saatlik bir araç yolculuğu ile gidilebiliyor.

Tekrar şu anda bulunduğumuz plajı anlatmaya devam edeyim. En değerli varlığımız olan pasaportları yanımıza almak zorundayız ABD topraklarında, çünkü gemiye girişte Amerikan polisi gemi kartı yanında pasaport kontrolü de yapıyor. Diğer ülkelerde ise pasaport istenmemişti, gemi kartları yeterli geliyordu. Bu nedenle bir miktar para ve giysilerimizin olduğu çantaların başında birimizin nöbet tutması ve diğerimizin tek başına denize girmesi gerekiyor. Denizi ve yüzmeyi benden çok seven ve isteyen Gülsüm hemen denize koşturuyor, ben de onu seyrediyorum oturarak ve kumsalda yatarak. Bazen onun veya etrafın resimlerini çekiyorum.

Plajı bizim olduğumuz kısmı en az bir km uzunluğunda, kumsal ise 30 metre genişliğinde ve çok kalabalık değil. Hindistan cevizi öbeğinin gölgesindeyiz ama güneşe çıksak da çok sıcak değil ortalık. Yaklaşık 23 derece civarı. Plajın iç doğal havuz kısmı yaklaşık 70-80 metre genişliğinde, sonra mercan kayalıkları başlıyor ama buradakiler sivri ve dar bir çizgi oluşturmuyor , tam tersine suyun bir karış kadar altında dümdüz bir masa gibi en az 50 metre genişliğinde ve sahile paralel şekilde yer alıyor. Biraz sonra ben de girdiğim için şimdiden yazayım, deniz ilk 10 metre sonra keskin bir şekilde derinleşiyor. Tabanı altın sarısı kum ve temiz. Su ve hava sıcaklığı aynı olduğu için hiç üşütmüyor.

Gülsüm, iç kısmın sonuna kadar yüzdü, sonra sanki yüzme havuzlarının betondan kıyısına çıkar gibi iki elini orada başlayan masa şeklindeki mercan kayalığına koyarak güç aldı ve kendisini suyun üstüne doğru iterek rahat bir şekilde bu düz zeminli kayalığın üstüne oturdu. Sanki suyun üstünde otuyormuş gibi görünüyor kıyıdan. Sonra ayağa kalktı, deniz ancak ayak bileklerini gelebiliyor. Biraz sonra mercan kayalığın ileride bittiği noktada başlayan açık deniz içinde meşhur ve devasa dalgalarda sörf yapan 8-9 kişi tek sıra halinde açık deniz kısmından aynı masa şeklindeki kayalığa çıktılar, ellerinde kocaman sörf tahtaları tek sıra halinde yürüyerek mercan kayalığını geçtiler ve yine tek sıra halinde bizim taraftaki iç havuza yumuşak hareketlerle önce sörf tahtalarını sonra onun üzerinde kendilerini kaydırarak geçtiler. Gülsüm yüzme sefamız bitip geri dönüş yolu sırasında mercan kayalıklarındaki mercanları ezmemeye dikkat edin uyarı yazısını görüp, sörfçülerin de tek sıra halinde yürüyüşlerini hatırlayınca kendi kendine pişman olduğunu söyleyip hayıflandı: keşke mercan kayalığı üzerine çıkıp oturmasaydım diye.

Ben denize girdiğimde mercan kayalığı yanına kadar bile gitmedim, kıyıya daha yakın kalarak kumsala parelel yüzdüm, çünkü, dibi görünmeyen denizler beni her zaman ürkütür. Bizler yüzerken bizim kısmımızda sörf tahtaları üstünde ayakta durarak ve o şekilde kürek çekerek deniz üstünde gidip gelen pek çok insan gördük. Saatin ilerlemesi ile plaj daha kalabalık olmaya başladı. Yeteri kadar yüzdükten sonra toparlandık, geminin ters istikametinde önce bizim plajı sonra plajımıza bitişik geniş bir burun şeklindeki yeşil alanı ve daha sonra diğer taraftaki daha küçük plajı gezdik. Bu küçük plajın ön kısmı oldukça büyük bir dalgakıran duvarı ile kapatılmış, dalgakıranın önünde mercan kayalığı olmadığı için açık denizden gelen dalgaları bu suni duvar kesiyor, dalgakıranın aralarındaki boşluklardan devamlı olarak dalgaların getirdiği deniz suyu plaja giriyor ve çıkıyor. Bu nedenle plaj temiz, kumsalı neredeyse bir daire çizecek kadar yuvarlak bir şekilde. Dalgakıranı da aynı yuvarlakta yapsalar tam bir daire oluşacakmış. Bu şekilde yarım bir daire görüntüsünde. Dalgakıranı çap olarak kabul edersek yaklaşık 100 metre kadar olduğunu söyleyebilirim.

Bu küçük plajdan sonra gelen diğer tarafta, deniz daha çok içeriye girmiş durumda. Kıyıda büyük bir yat limanı yapılmış içi lüks yatlarla dolu, oranın da önüne suni bir dalgakıran yapmışlar. Kullandıkları kayalar büyük ve siyah renkli lav kayaları. Yat limanın diğer tarafında buranın en meşhur plajı ve bölgesi olan Waikiki başlıyor ve onun bittiği noktada ise Diamond tepesi bulunuyor. Gökdelen bölgesi de oralarda sona eriyor.

SÖRF DÜNYASI

Yat limanın yaklaşık bir km kadar açıklarında en kalabalık sörf alanlarından birisi var ve bu alan komşu bölge olarak Waikiki plajı önündeki sörf alanı ile doğal bir bütünlük oluşturuyor. Biz denize doğru uzanan ve yeşil alan olarak kullanılan burnun en uç kısmında olduğumuzdan yat limanı ya da Waikiki plajına göre 1 km açıkta olan sörfçülerle aynı hizada gibiyiz. Bu nedenle sörf dalgalarının oluşumunu ve sörfçülerin hareketlerini güzel bir açıdan izleme olanağı buldum. Öncelikle deniz orada süt liman şeklinde çok sakin. İnsanlar suyun içinde ve tahtaları yanlarında.

Ortada bir dalga falan yok ve daha garibi açıktan gelen bir dalga da yok. Ancak, sörfçülerin hemen önlerindeki çarşaf gibi deniz, önce birden yeni yoğrulmuş ve içinde hava kalmış taze ve yumuşak bir hamur nasıl yer yer göbek şeklinde şişlikler yaparsa aynı o şekilde bir kabarcık oluşturuyor, sonra o kabarcık birden aynı noktada dalgaya dönüşmeye başlıyor, dalga yükseliyor ve kıyıya paralel olacak şekilde uzuyor ve oradan kıyıya doğru birdenbire ilerlemeye başlayan devasa bir dalga oluşuyor. Dalgaların uzunlukları her seferinde değişmekle beraber en küçüğü 10 metre kadarken bazıları oradaki tüm insanları kucaklayacak şekilde 100 metreyi geçiyor. Yan yana sıra halinde duran sörfçülerin şansına olacak şekilde dalgalar peş peşe oluşuyor ve kıyıya doğru yine değişik ömürlü olmakla birlikte 30 metreden başlayıp 100 kusur metreye kadar devam ediyor ve sonra o şiddetini ve duvar yüksekliğini yitiriyor ve norma dalga halinde kıyıya ilerliyor. Sörfçüler işte bu arada dalganın iç kısmında onun sürüklemesi ile önce sörf tahtası üstüne çıkıp ayakta duruyorlar sonra da hızla kıyıya doğru sörf yapıyorlar. Her seferinde bu olay 5-10 saniye ve en uzun ömürlü dalgalarda 20-30 saniye sürüyor.

Yan yana bekleşen sörfçülerin hepsinin aynı ustalıkta olmadığını gözlüyoruz. Bazısı çok güzel ilerlerken bazısı hemen düşüyor veya kısmetine gelen dalgadan yararlanamıyor. Sörf olayı buranın bir numaralı aktivitesi, tüm plajlarda yüzlerce sörf tahtası sıra sıra ve her tarafta ellerinde tahtaları ile denize giren çıkan insanlar ile açıkta sörf yapan insanları görüyorsunuz.

Bu şekilde yürüyerek, seyrederek, fotoğraflar çekerek ilerlemeye devam ediyoruz. Bu arada, en az 15 ayrı çifte denk geldik, bunlar gelinlik ve damatlıklar içinde yeni evlenen çiftler. Plaja gelip kumsalda ve denize sıfır yakınlıkta fotoğraf çekiliyorlar. İki kişiden oluşan profesyonel fotoğrafçıların, ışık ve manzara durumuna göre verdiği talimatlarla devamlı poz veriyorlar. Bu çiftlerin Japon oluğu anlaşılıyor. Genel olarak burası Amerikalıdan çok Japonların bulunduğu bir şehir. Her tarafta Japonları görüyoruz. Sonra Polinezya asıllı olan yerliler ve daha az sayıda beyazlarla karşılaşıyoruz.

Kıyıda yürürken, dalgakıranlara yakın bir yerde ve doğal iç havuz bölgesinde iki kaplumbağa gördük. Biri oldukça büyük diğeri ona göre daha orta büyüklükte. Sırtları kubbemsi değil daha düze yakındı. Tamamen su ütünde, kafaları ile dört ayakları ya da yüzgeçleri dışarıda bir müddet durdular sonra peş peşe suyun içinde kayboldular.

PEARL HARBOR'U BIRAK, TATLI ŞOFÖRE BAK

Öğlen saatlerinde gemimize döndük, şimdi gemi şirketinin hazırladığı Pearl Harbor Limanı ile şehir merkezi gezimize çıkmaya hazırız. Saat 13.00 sularında otobüsümüze bindik. Şoförümüz ve rehberimiz bir yerli kadın. Uzunca boylu ve uzun siyah saçları var. Gözlük ve şapka takmış. Allah’ım o ne neşeli ve esprili konuşma. Dört saat süren gezimizin iki saati otobüs ile gezerek geçti ve kadın hiç durmadan konuştu. Durmadan anlatıyor, esprili benzetmeler yapıyor, şen kahkahalar atıyor. Şehir hakkında olduğu kadar kendisi, ailesi ve komşuları hakkında da anlatıyor. Her cümlesinin sonunda ise çok tatlı bir ses tonu ile ve birazda ağzını yayarak ve uzatarak "yaaa" değişi var ki tüm otobüs gülmekten kırıldık. "gördünüz mü yaaa veya değil mi yaaa” şeklinde kullanıyor bu nidayı ve konuşma üslubuna çok yakışıyor.

Önce Pearl Harbor'a geldik. Dünya tarihi açısından ve özellikle ABD ve Japonya açısından çok önemli bir yer. Baskının olduğu yeri açık hava müzesi yapmışlar. Diğer taraflar yine ABD donanmasına ait büyük savaş gemileri ile doluydu. Batık şekilde liman altında yatan ve artık mercanlarla kaplanmış ancak o gün yüzlerce askerlerinin içinde öldüğü Arizona gemisine çok önem verdikleri anlaşılıyor. Sivil gençlerden oluşan çok kalabalık bir bando askeri marşlar çaldı ve genç kızlardan oluşan ön taraftaki gurup ellerinde çok büyük bayraklarla gösteri yaptılar.

Doğrusu bana çok bir şey ifade etmedi burası. Amerikalı veya Japonları mutlaka duygulandırmıştır. Tarihi kalıntı olarak hiçbir şey yok. Amerikan savaş gemileri ya da batıklarını gezmek içimden gelmedi. Baskını anlatan bir sine vizyon görselini izledik ve bu olayın kronolojik olarak anlatıldığı müzeyi gezdik. Daha sonra oturduğumuz yerden etrafı ve insanları izledik.

Küçük bir market var, içecek ve dondurma satılıyor. Gülsüm dondurma için sıraya girdi ben de açık ve kapısız ön bölümde onu beklerken yaşlı kasiyerin çalışma stilini izledim. Çok ciddi ve robot şeklinde mekanik hareketlerle işini yapıyor ; önce "aloha" diye selam veriyor, satın alınan malzemeyi okutuyor makineye ve parayı veya kredi kartını bekliyor, tek bir şey alındıysa kredi kartını kabul etmiyor ve nakit istiyor, 2 veya daha fazla bir şey alındıysa ister nakit isterseniz kredi kartını veriyorsunuz, asıl görüntü nakit ödemede oluyor, parayı alıp tezgahın üzerine ve para kasasının biraz uzağına bırakıyor, kasasının yanında duran yumruk büyüklüğüne yıpranmış bir ahşap zarı bu paranın üstüne koyuyor, sonra kasasını açıp para üstünü ve satın alınan şeyi alıcıya büyük bir ciddiyetle veriyor ve en son zarını hiç kaldırmadan kağıt parayı bu zarın altından hızlıca çekiyor , kasasına koyuyor, zarı bir karış yan tarafa kasanın bitişiğine çekiyor ve sıradaki müşteriye "aloha" diyerek aynı şeyleri tekrarlıyor. Gülsüm’ün önünde 7 kişi vardı ve hepsinde aynı hareketleri muntazam şekilde yaptı.

Belediye otobüs şoförlerinde de kibarlık ve müşteriye hizmet etme anlayışı ile aynı iş ciddiyetini bir arada gördüm. Şoförler kendisine soru soranlara mutlaka kibar bir şekilde izahat veriyorlar. Belediye otobüslerinin ön tarafında yatar kalkar şekilde kullanılabilen karşılıklı üçer yan koltuk oluyor. Normal olarak insanlar bunlara oturuyor ancak durakların bir yerinde tekerlekli sandalyeli bir yolcu gelirse, şoför önce yerinden kalkarak oradaki yolcuları kibarca kaldırıyor sonra koltukların oturulan yerlerini yan duvarlara yapışacak şekilde kaldırıp özel kancaları ile sabitliyor, sonra ön kapıdaki özel düzeneği harekete geçirerek, tekerli sandalyeye otobüse giriş için zemin hazırlıyor ve engelli kişiye ön taraftaki artık boş bir sahanlık haline gelen kısma kadar refakat edip ondan sonra kendi koltuğuna oturup otobüsü hareket ettiriyor.

Duraklarda bir yolcu bindiğinde bir şey sorarsa veya para veya kartında bir sorun oluşursa aracı bu arada hiç hareket ettirmiyor, o yolcunun işi tamamen bittikten sonra kapıyı kapatıp hareket ediyor. Bu arada aşağıda otobüse binmek için başka yolcular varsa onlar da içeri girmek için hamle yapmıyorlar, kendisinden önceki yolcunun şoförle işinin bitmesini ve onun yanından ayrılmasını bekleyip önleri tamamen açılınca otobüsün içine ilk adımını atıyorlar. Otobüslerin iniş biniş kapıları iç zeminleri basamaksız ve otobüs zeminleri ile aynı yükseklikte, bir de otobüs durakta durunca en az 10 cm kadar tüm gövdesi aşağıya iniyor, bu şekilde duraktaki kaldırımla otobüs içi hemzemin hale geliyor, iniş ve binişler sırasında bir basamak kullanmak zorunda olmadan rahatça geçiş yapıyorsunuz.

Pearl Harbor'dan sonra şehir merkezini ve en güzel sokakları otobüsle gezdik, simgesel değeri olan binalar, parklar veya heykeller hakkında pek tatlı konuşan şoför/rehberimizden şen kahkahaları eşliğinde bilgiler aldık ve her cümlesinin sonundaki "yaaa" nidasını taklit ettik. En sonunda Waikiki plaj bölgesinde bir saatlik gezi molası verildi, dün gece ışıklar ve yanan meşaleler eşliğinde gezdiğimiz lüks mekanları bu kez gün ışığında gördük ve yürüye yürüye plaja geldik.

Plaj çok kalabalık, iğne atsan yere düşmez tarzda. Denizde yüzenlerle açıklarda sör yapanlar birbirine karışmış vaziyette. Her an yanınızdan iki metrelik uzunluktaki kocaman sörf tahtalarını koltuk altlarına almış denize giren veya çıkan kadınlar ve erkekler geçiyor. Denize girme niyetimiz olmadığı için kumsalın hemen bitişik dışındaki yolda volta attık, plajı ve insanları izledik. Sonra bir U dönüşü yaparak otobüsümüze tam kalkış saatinde geldik.

Daha sonra gemiye biniş yaptık. Kaptanımız gemiyi limandan çıkarıp güneye doğru yol almaya başlarken biz de akşam yemeğimize başlamıştık.

(Yarın: Ekvator'a Doğru, Kral Neptün Geliyor, Vaftiz, Ekvator Çizgisinde Selfie)

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
MANİSA LALESİNİ KOPARANA 387 BİN LİRA CEZA
MANİSA LALESİNİ KOPARANA 387 BİN LİRA CEZA
İZMİR ÜÇÜNCÜ, BİNGÖL SONUNCU
İZMİR ÜÇÜNCÜ, BİNGÖL SONUNCU