Artık gözleniyoruz, fişleniyoruz. Düşünce üretimi bizim yerimize düşünen algoritmaların egemenliğinde ağır bir darbe yemiş durumdadır.

Algının beslediği yalanla gerçeğin kavgası
İktidarın sosyal medyayı da kapsayan “sansür yasası” görüşmeleri ertelendi. (Fotoğraf: Unsplash)

Kelimeye olumsuz bir anlam yüklemeden söyleyeyim, George Orwell tuhaf bir yazardı. Belki bir kelime daha eklenebilir; sıkıntılıdır aynı zamanda. Peki, bir kelime daha ekleyelim; öfkeli bir yazardı. Tuhaflığının kaynağı ve nedeni büyük bir olasılıkla farklı hayatlar yaşamış, sıkıntılar çekmiş olmasıdır. Büyük Britanya’nın sömürgesi Hindistan’da doğdu. Burma’da güvenlik örgütünde çalıştı. Burada gördüğü imparatorluk polisinin dehşet verici uygulamaları onu öfkeli bir antiemperyalist yaptı.

Daha sonra Hitler ve Mussolini’nin desteği ile cumhuriyetçilere savaş açan Franco’ya karşı savaşan Uluslararası Tugay’a katılmak için İspanya’ya gitti. POUM (Marksist İşçi Birlik Partisi) milislerine yazıldı. Wikipedia’nın madde yazıcılarının yorumlarını ihtiyatla karşılayarak oradan aktaralım. Cumhuriyetçilerin kurduğu eşitlikçi düzen Orwell’ın çok hoşuna gitmişti. Gördüklerinden etkilenmişti. Frankocu darbecilerle çatışan devrimci örgütler, özellikle de sosyalistler, anarko-sosyalistler İspanya’da yepyeni bir düzen kurmuşlardı. Fuhuş ortadan kaldırılmış, dilenciler kaybolmuştu. Piyasadaki pek çok mal parasız dağıtılıyordu. Yeni sistem toplumsal yaşamın her detayında etkiliydi; artık hiç kimse karşıdaki kişinin üstün olduğunu ima eden sözcükleri telaffuz etmiyordu ve bahşiş yasaktı.

Orwell cepheye gitti, kısa bir süre sonra bir keskin nişancının mermisiyle gırtlağından yaralandı. Ölümden kıl payı kurtuldu. Cephe gerisine gönderildi ve İspanya’ya ilk geldiğinde kutsadığı düzenin ortadan kaldırılmış olduğunu üzülerek gördü. Ona göre bu durum sadece İspanyol burjuvazisinin değil, Avrupa’da bir sosyal devrim hareketinin başlamasını “faşizme karşı birleşik cephe” politikaları açısından sakıncalı bulan Stalin’in de eseriydi. Kısa bir süre sonra POUM yasadışı ilan edildi, yabancı uyruklu birçok asker tutuklandı ya da -Orwell gibi- ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Post modern karabasanımız

Böylece Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı eserleri besleyen fonu da görmüş sayılabiliriz. Özellikle Hayvan Çiftliği yoldan çıkmış bir devrimin hikâyesi olarak okunabilir. İnsanların baskılarına, zulmüne karşı ayaklanan Manor çiftliği hayvanları eşitlikçi bir düzen kurarlar; savaşarak insanları çiftlikten kovarlar. Ne var ki domuzlar kısa bir süre sonra düzeni bozacak ve insanların kurduğu düzene benzer bir düzeni yeniden egemen kılacaklardır. Stalin’in İspanya İç Savaşı’ndaki politikasını beğenmeyen Orwell bu romanı ile Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndaki etkin politikalarını eleştirmekle yetinmez, Stalin dönemini mahkûm eder, devrimin rayından çıktığını savunur.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ise fütürist bir romandır.1946’da tamamladığı romanını ancak 1948’de yayınlatabilmiş Orwell. Yayın tarihinin son iki rakamının ters yüz edilmesiyle de romanın adı belirlenmiş. Her ne kadar Orwell romanını ütopya sınıfına soksa da gerçekte distopya olarak adlandırmak daha doğru olacaktır. Eserin değerli çevirmeni sevgili Celâl Üster’in tanımıyla “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört bir karşı ütopyadır, Ütopyalarda insanlığa sunulan bir ‘düş’tür, karşı ütopyalarda ise bir ‘karabasan.’ Öte yandan, diye sürdürür Üster, kimilerince öne sürüldüğü gibi bir ‘bilim kurgu’ romanı da sosyalizme karşı doğrudan bir saldırı da değildi Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Daha çok dönemin toplumunun bağrında yatan olası tehlikelerin bir izdüşümüydü. Nitekim Orwell ABD’deki bir sendikacıya yazdığı mektupta ‘kitapta anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim’ diyordu.”

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört tehlikeyi haber veriyordu. Şimdi biz o tehlikenin kara bulutları içinde ışık arıyor, Büyük Biraderlerin her yerden bize bakan, bizi izleyen, “kaçacak yeriniz yok artık” diyen gözleriyle karşılaşıyoruz. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gerçek olmuştur. Romanın anlattığı dünya günümüzle karşılaştırılırsa, post modern yanılgının egemenliğinde teknolojik gelişmenin güçlendirdiği algı imparatorluğuyla her geçen gün biraz daha kuşatıldığımız görülecektir.

Artık gözleniyoruz, fişleniyoruz. Düşünce üretimi bizim yerimize düşünen algoritmaların egemenliğinde ağır bir darbe yemiş durumdadır. Bu durumu yıllar önce saptayanların birisi de Erich Fromm oldu. Celâl Üster’in yazdığı önsözde Fromm’dan aktardığı değerlendirmeden bir bölümünü biz de aktaralım. Fromm, “Orwell öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi bir felaket kâhini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâlâ umudu vardır ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine umarsız bir umuttur bu. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört bize bu umudun ancak bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir” diye uyarmış bizleri.

Algoritmaların krallığı

Yaşadığımız “Büyük Gözaltı”nın şimdi daha derinleştiği, düşüncenin algoritmaların bir ürününe dönüşmesine ramak kaldığı zamanlardayız. Sosyal medya oligarkları her anımızı kaydediyor, kendi sistemlerinin hizmetine sunmak için yeni yöntemler keşfediyorlar. Gelişmenin yönünü bu amaçlara uygun yöne, yönlere kolayca çevirebiliyorlar. Kapitalizmin yeni patronları, sisteme 70’li 80’li yıllarda hızla daldılar; garajlarda başlayan mucize hikâyeleriyle sisteme entegre oldular. Yalnızca kendileri büyümekle kalmadılar tüm sistemi belirler hale geldiler. Kapitalizm artık onların açtığı kanallarda yeni sorunlar, yeni bunalımlarla var olabiliyor. Sistemin sömürüye dayanan özü daha genişler, mücadele edilmesi zor bir yapıya dönüşürken, algoritmaların bilgi bankası Big Data bize sormadan bizden alınan verilerle zenginleşiyor. Son zamanlarda sık sık sözü edilen yapay zekânın insandan bağımsızlaştığı dedikoduları, kimi zaman korkutucu olabilen fanteziler bizi meşgul ederken, bilincimizi denetleme konusunda hızlı adımlar atan sistem algoritmalar aracılığıyla yalanı algıya, algıyı “gerçeğe” dönüştürebiliyor.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün Big Brother’ı yalnız kabuk değiştirmekle kalmadı; insana tümüyle hâkim olmak için kendini geliştirmeye milyarlar ayırıyor artık. İlk başta pek masum görünen yazılımların çocukların, gençlerin oyuncağı olmaktan daha fazlasını yapabildiği anlaşıldı. Geçtiğimiz yüzyılın en müthiş buluşu olan ama kısa zamanda sistemin çıkarlarına tabi kılınan internet dünyasının ürünü sosyal medyanın, bizden aldıklarıyla bize, değiştirilmiş, dönüştürülmüş bilgiler, sanal gerçekler satmaya başladığını, bilgi kirliliğini beslediğini anlar gibi olduk. Henüz tam kavramış değiliz. Nasıl karşı koyabileceğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz bu gelişmenin tek yanlı işlemesinin önüne geçebileceğimizi en azından teorik olarak biliyor olmamızdır.

***

Sosyal medyadan şikâyeti olan yalnızca bizler değiliz. Onu kötüye kullanmak için elinden geleni yapan ama yine de bir tehdit olarak gören otoriter yönetimler, sosyal medyanın itiraz eden insanlar, hızlı haberleşmenin sihirli sonuçlarını keşfeden kitleler tarafından kullanılabildiğini gördükçe çareyi yasaklarda arıyor.

Savaşı kimin kazanacağını şimdilik bilmiyoruz.

Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanı çoktan gerçekleşti. Şimdi tek yanlı gelişmenin zevkini çıkaran Big Brother’lara gerçeğin değiştirilemeyeceğini, algının hizmetindeki yalanın egemenliğinin uzun sürmeyeceğini anlatma ve kanıtlama zamanıdır.

Sorun şu ki, geciktikçe ödenecek bedel de ağırlaşıyor…