26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Alexis de Tocqueville: ‘Amerika Yabanında’ demokrasi arayan muhafazakar Avrupalı

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Bir yazar, düşünür başka bir ülkede bulunduğu zaman kendi ülkesinin özgünlüğünün farkına varır. Kendi coğrafyasının dışına çıkan yazar başka gelenekleri, yasaları, alışkanlıkları, estetik beğenileri bir yabancı gözüyle bakabildiği ölçüde kendi ülkesine de aynı “yabancılık” duygusuyla yaklaşır. Bu ilk yabancılaşma anının yarattığı güçlü duygu kimi yazarda ülkesine karşı melankolik mahcubiyete neden olurken kimi yazarda ülkesinin özgünlüğünü coşkun şekilde yüceltme hissinin dogmasına neden olur. Gogol, başyapıtı “Ölü Canlar”ı İtalya’da bulunduğu sırada yazmıştı. Kireyevski’nin “Rusya kadar engin ve korkunç bir şeyi anlamak için insan ona uzaktan bakmalıdır” sözü bir anlamda her Rus aydının zihnine kazınmıştı. Belleğindeki Rusya’nın karanlık, miskin taşra manzaralarının, İtalya’nın canlı, neşeli sokaklarındaki şiddetli karşılaşmasıyla bu eser ortaya çıkmıştı. Goethe’nin “İtalya Seyahati” okunduğunda aynı duygunun yankıları hissedilir. Almanya’nın özgürlük, demokratik ruh ve sanatsal özerkliğinin eksikliğine dair derin eleştirileri bu seyahat sırasında kaleme almıştır Goethe. Alman toplumun kültürel köklerine yönelik bu keskin eleştiriler yüzyıl sonra bile, Hitler döneminin entelektüel ayrımının kavşak noktasını oluşturmuştu.

Batı uygarlığının yarattığı iktisadi, siyasi ve sanatsal gelişmelerin karşısında ülkelerinin geride kaldığını düşünen yazarlar, kendi topraklarına baktıklarında daha çok eksiklikler gördüler. Ne var ki aynı eksikleri görmekle birlikte ülkelerinin özgünlüğündeki farklılıkları, yeni bir sanatsal yaratım için ilham kaynağı olarak gören yazarlar da olmuştur. Dostoyevski, Avrupa’nın başkentlerini gezdikten sonra bu ihtişamlı şehirler için “Babil Fahişesi” ifadesini kullanarak Avrupa’yı yozlaşmış medeniyet olarak tanımlamıştı. “Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları” kitabı Avrupa’ya yaptığı seyahat sonrası izlenimlerinden oluşur, neredeyse kitabın her sayfasında Avrupa’ya sert eleştiriler yapılırken Rusya’nın kültürel özgünlüğü, ahlakın en saf temsilcisi olarak övülür. Dostoyevski ile taban tabana zıt ahlaki değerlere sahip Tolstoy da gerek İtalya gerekse Fransa gezisi sonrası Avrupa medeniyetine aynı sertlikte eleştirilerini dile getirir. Paris’te bulunduğu sırada hırsızlık yaptığı için giyotinde idam edilen bir genci izleyen Tolstoy sarsılır “Kafkasya’da savaştayken çok canavarlık gördüm. Bu çok gelişmiş ve zarif makineyle sağlam ve gürbüz bir insanın bir saniye içinde öldürülmesini, önümde bir insanın paramparça edilmesinden daha iğrenç buluyorum. Savaş durumunda aklın süzgecinden geçmiş bir irade yoktur, yalnızca insani bir tutkunun son derece şiddetli bir görüntüsü vardır. Burada ise inceliğe varacak derecede bir sükûnet ve konfor içinde işlenen bir cinayet vardır”. Londra’da uluslararası fuarda sergilenen “Kristal Saray” eseri de Dostoyevski’de aynı korkunç iğrenmeye yol açar; Avrupa mimarisinin kusursuz matematiğinde özgürlüğü boğan hapishane ruhunu görüp hızlıca Rusya’ya döner. Her ikisi yazar aralarındaki bütün köklü farklılıklara rağmen Avrupa medeniyetini yadsıyarak başyapıtlarını kaleme almıştır.

Dünyaya “hükmeden” ilerlemiş, "medeniyetin şanlı temsilcisi" ülkelerin yazarları ve düşünürlerinin “geri” kalmış ülkelere yaptıkları seyahatlerde, farklı ruh hali gözlemlenir. İngiltere, Fransa gibi dönemin en güçlü, sömürgeci devletlerinden başka coğrafyalara giden yazarların çoğu oryantalist yazımın gelişmesine doğrudan ya da dolaylı olarak katkıda bulunmuşlardı. Avrupa’nın istikrarlı, standartları belirlenmiş estetik değerlerinin dışında egzotik, sıradışı deneyimleri yaşamak isteyen yazarlar, yabancı ülkelerde gezdikleri her sokakta kendi medeniyetlerinin üstünlüklerini görmüşlerdi. Kibir ve yabancı kültüre karşı önyargılı yaklaşımları, kendi ülkelerine eleştirel bakmayı engellediği için bu yazarların eserleri, sanatsal yaratımdan daha çok kendi ülkelerinin emperyal politikaları için gerekli kültürel atmosferin oluşmasına katkı sağlamıştır. Flaubert’in “Doğu’ya Yolculuk” eserinde yabancı bir ülkede gördüğü yeni, farklı şeyleri betimlerken kullandığı dilde insani sıcaklığı hissetmek oldukça zordur. Paris’te bir kafede oturan bir adamın şapkasını nasıl sayfalarca betimliyorsa Flaubert, Doğu’da gördüğü “egzotik” nesneleri de vakanüvist gibi not almıştır. Goethe, Gogol, Tolstoy gibi yazarın gözlemlerindeki tutkulu, insanı sarsan dili, Flaubert’de aramak boşunadır.

Yabancı ülkede bulundukları sırada, kendi kültürel kodlarının dışına çıkıp ülkelerine eleştirel bakabilen yazarlar da bulunmaktadır. Alexis de Tocqueville, kendi emperyal kültürünü belli ölçülerde aşabilen yazarların başında gelir. Özellikle Fransa’da, kendi toplumuna karşı eleştiri oklarını en derine saplayanların muhafazakar eğilimli yazarlar olması çarpıcıdır. Fransız Devrimi’nin köklü radikalliğinden dolayı, Fransız muhafazakar aydınların “neden İngiltere gibi ılımlı gelişme yolu izleyemedik?” sorusuna cevap bulma isteği, kaçınılmaz olarak karşılaştırmalı bakmaya ve eksikleri kendi toplumlarında aramaya neden olmuştu. Şüphesiz Tocqueville gibi muhafazakar düşünürlerin çıkış noktası Fransız Devrimi’nin radikal dönemini, Jakobenizmi yadsımak olsa da Restorasyon Dönemi sonrası şekillenen burjuva toplumuna karşı dışarıdan bakabilmeyi sağlayan ideolojik rezervlerin oluşmasına da katkı sağlamıştır.

Fransız diplomat, siyaset bilimci ve tarihçi Tocqueville, Temmuz Monarşisi ve İkinci İmparatorluk dönemlerinde siyasette önemli görevlerde bulunmuştur. Aldığı hukuk eğitimi sonrası Versailles mahkemesinde sulh hakimi görevinde bulunur. Temmuz Devrimi sonrası isteksizce ant içse de yeni hükümette aktif görev alır. Mayıs 1831-Şubat 1832 arasında arkadaşı Gustave de Beaumont ile birlikte, Amerikan cezaevi sistemini incelemek üzere Amerika’ya gönderilir. Amerika’da bulunduğu süre içinde not aldığı gözlemler “Amerika Yabanında” ismiyle yayımlanır. Amerika’dan dönüşü sonrası kaleme aldığı “Amerika’da Demokrasi” kitabının ilk cildi 1835 yılında yayımlanır ve bu eser kısa zamanda sosyoloji ve siyaset biliminin temel klasikleri arasında yerini alır. Kitabın ikinci cildini 1840 yılında yayımlayan Tocqueville, Amerika’nın toplumsal yapısını ayrıntılı şekilde inceler; geleneklerin, alışkanlıkların yasaların ortaya çıkmasındaki rolünü araştırır. Amerika’daki “devlet-sivil toplum” ilişkisinin Kıta Avrupa’sından farkının, Amerika’da bambaşka hukuk sitemi ve yönetim kurumlarının dogmasına yol açtığını dile getirir. Buradan hareketle Fransız demokrasisindeki açmazları, eksikleri masaya yatırır. Elbette yapılan karşılaştırmalı bakış açısı, yıllar sonra Tocqueville’in “Eski Rejim ve Devrim” eserini kaleme almasını sağlayacaktı. Bu eseriyle Fransız Devrimi öncesi nasıl bir mirasın devralındığı ve bu mirasın Devrimi’nin bütün radikalliğine rağmen nasıl kendi yolunda ilerlediği tezini sunar. Merkezîleşmenin, eski rejimden devrim sonrasına devam ettiğini söyleyerek, bir anlamda, her şeyi önüne katıp yıkan, kuşakların ruhlarını geçmişin kalıntılarından temizleyen “devrim mitini” yıkmak ister. Böylelikle Tocqueville kendisinden sonra gelecek liberal, muhafazakar yazarlara güncel devrim tarihi yazımına karşı kullanabilecekleri düşünsel miras bırakmıştır.

Kaybolmakta olan dünyaya yakılan romantik ağıt

Avrupalıların anladığı anlamda bir devlet yok, hatta özel bir ulus adı bile yok. Hükümdar yok, saray yok, kişisel sadakat yok, aristokrasi yok, kilise yok, din adamları yok, ordu yok, diplomatik hizmetler yok, kırsal kesim beyleri yok, saray binaları, şatolar, malikaneler yok...ne de sarmaşıklı harabeler var...ne Oxford var, ne Eton ne de Harrow; edebiyat yok, romanlar yok, müzeler yok, resimler yok, siyasallaşmış bir toplum yok, sporcu bir sınıf yok”

Henry James

Henry James de uzun yıllar Avrupa’da kaldıktan sonra kendi ülkesini yeniden keşfedip değerlendiren yazarlardandır. James’in Amerika’da olmayıp Avrupa’da olan, saydığı eksikleri Tocqueville bu yeni kıta için bir fırsat olarak görmüştür. Fransız Devrimi’nin radikal yollara “sapmasını” ve istikrarlı bir anayasal geçmişinin olmamasını Fransa’daki aristokrasi, burjuvazi, krallık arasındaki uzlaşmaz sınıfsal çatışmada gören Tocqueville için Amerika, bu “yoklukları” sayesinde demokratik anayasal rejimin kök salabileceği en uygun ülkedir. Avrupa’nın aksine Amerikan toplumu bölünmüş, katmanlaşmış, parçalı bir yapı sergilemez: “Amerika’da yalnızca tek bir toplum vardır ve durum Avrupa’ya göre barizdir. Bu toplum zengin veya yoksul, gösterişsiz veya parlak, tüccar veya tarımcı olabilir; fakat her yerde aynı unsurlardan oluşur. Her yerde aynı uygarlık seviyesi vardır. New York sokaklarında bıraktığınız insanı, neredeyse delinmez ıssızların ortasında yeniden bulursunuz: aynı giyim, aynı kafa, aynı dil, aynı alışkanlıklar, aynı zevkler. Ne kırsalı andıran herhangi bir şey, ne de sade bir şey, ne yaban duygusu veren, hatta ne de bizim köylerimize benzeyen bir şey.” Amerika’nın yeni kurulmakta olan şehirlerinde yaptığı gözlem sonucu, Avrupa’dakinin tersine, insanların oturdukları semtlere, gittikleri barlara göre, sınıfsal ayrımın yol açtığı mekânsal bölünmelerin bulunmadığı kanısına varır: “Burası içecek servisinin yapıldığı ve en sıradan işçi ile mekânın en zengin tüccarının sigara ve içki içmeye, en mükemmel dışsal eşitliğin sağladığı olanaklar sayesinde hep beraber politikadan bahsetmeye geldikleri bir odadır.”

Yeni Kıta’nın Avrupalıların zihninde yarattığı “özgürlük miti” ile uyuşmayan tek şey ise Amerikan yerlilerin toplumsal konumudur. Tocqueville, çağının her düşünürü gibi Amerika’daki yerlileri idealize etmiş, onları vahşi erdemlere sahip, savaşçılar olarak zihninde canlandırmıştı. İlk gördüğü Kızılderili sonucu büyük bir hayal kırıklığı yaşar; bir barın önünde yatan sarhoş Kızılderili, zihnindeki ilkelliğin yüceliğine dair imgeleri yıkmıştır. Bu sahne sonrası muhafazakar Tocqueville’in gözlerinin önüne gelen ilk şey ülkesinde en çok “tiksindiği” işçi sınıfı olur: “Amerikan yerlileri arasında, özgürlük ruhundan doğan o ulvi erdemlerin bazılarının doğa tarafından bırakılmış izini yüzünde hala taşıyan vahşiler görmeyi umuyordum...yüzlerindeki ifade tiksinç ve kötüydü. Çehreleri o derin ahlaki bozulmanın habercisiydi. Avrupa’daki büyük şehirlerimizde bulunan son ayak takımının erkekleri gibiydi. Bununla beraber hala ilkeldiler.”

Dünya görüsünden kaynaklanan önyargılara rağmen, nesnel şekilde etrafını gözlemeye devam eden Tocqueville, göçmen beyazlar ile yerliler arasındaki eşitsiz ilişkinin neden olduğu sorunları irdelemeye başlar. Başta alkol olmak üzere, yerlilerin ahlakını bozan, beyaz adamın beraberinde getirdiği “medeniyet” nesneleridir. İlk başta homojen, çatışmasız gibi görülen Amerikan toplumu, sahneye yerlilerin girmesiyle başka bir görünüm kazanır. Yerlilere karşı tutum ve değerleri aslında Amerikalıların demokratik ve özgürlükçü görüşünün, yanılsama olduğu gerçeğini açığa çıkarmaktadır. Yeni Kıta’ya göç eden Avrupalılar medeniyetlerin kibirlerini de yanlarında getirmişlerdir. “Bu denli uygarlaşmış, bu denli iffet düşkünü, ahlak ve erdem bilgiçliği taslayan bir toplumun ortasında, Amerikan yerlileri söz konusu olduğunda tam bir duyarsızlıkla, soğuk ve anlamsız bir tur bencillikle karşılaşılır...Avrupa ırkını burada ve her yerde harekete geçiren, aynı acımasız duygudur.” Tocqueville’in notlarında bu andan itibaren Amerikan toplumun açmazlarına yönelik keskin eleştiriler sıralanmaya başlar. Bu yeni toplumun kurulmasında sahip olduğu bütün avantajlara rağmen, toplumsal ilişkileri harekete geçiren temel dürtü insanı yozlaştıran bencilliktir: “Tüm davranışları içinde fazla derecede baskı ve kibir mevcuttur. Bu ırk huzursuzdur, yalnızca tutkulardaki ateşle açıklanabilecek olanı serinkanlılıkla yapan, ahlaki ve dini bile kayırmadan her şeyden kar elde eden, mantıklı ve maceracı bir ırktır.” Liberalizmin temel ahlaki noktası olan bireysel çıkarın, en saf haliyle Amerika’da hayat bulduğunu, ileride kendisini bütün dünyaya dayatacak “Amerikan pragmatizmi”nin köklerini Tocqueville’in notlarında gözlemlenir: “Medeniyet ve bilgiyi yalnızca refah içinde yaşamaya yaradığı için seven.. yegane amacı olan zenginlik peşinde dirençle ve yaşama karşı bir hoşgörüyle - kelime erdemlilik çağrıştırmasa- neredeyse kahramanlık diye adlandırılacak şekilde ilerleyen bir halk.”

Tocqueville ıssız topraklara seyahat ederek, beyaz adamın henüz bozup yozlaştırmadığı her geçen gün eriyip yok olan yerlilerin izini sürmeye başlar. Beyaz adama karşı eleştirileri Tocqueville’i kaçınılmaz olarak Kızılderililerin haklarını teslim etmeye; yerlilerdeki, Avrupalının bilmediği, ahlaki yalınlığını yüceltmeye götürür: “Ciddi bir Kızılderili ile gülümseyen bir Kızılderili kesinlikle iki farklı insandır. İlkinin durallığında istemsiz bir dehşet duygusu salan vahşi bir görkem egemendir. Bu aynı insan sadece gülümsediğinde yüzü tamamen bir doğallık ve ona gerçek bir çekicilik katan bir iyi yüreklilik ifadesine bürünür.” Tocqueville Amerika’daki beyaz göçmenlerin değer yargılarını eleştirip vahşi, bozulmamış erdemleri yüceltirken bir anlamda Batı medeniyetinin köklerini tartışır: “bizim düşünce ve sanatlarımızı inatla reddeder gibidir. Kızılderili Avrupalının rahat evine küçümseyerek bakar, kalbi gururla dolar ve yabanıl bağımsızlığının imgeleriyle yücelir. Bizim gereksiz zenginlikler elde etmek için kendimizi hırpalayışımızı görerek acı acı gülümser. Bizim sanayi dediğimiz şeye o utanç verici tutsaklık der. Çiftçiyi sığıra benzetir.”

Amerika’nın büyüleyici ormanlarında yol alırken gördüğü manzara başını döndürür, yaşamın çok daha derin anlamına ormanın sessizliğinde yaklaştığını düşünürken uzaklardan gelen balta sesi, ormandaki devinimsiz sessizliğe yıldırım gibi düşer. Kapitalizmin önüne çıkan her şeyi yıkan, ilerleme adına doğayı yok eden içgüdüsünü erken bir tarihte Tocqueville not düşer: “Kısa süre sonra, ormanın ağaçlarını kesen baltanın yankısı işitilir ve yaklaştıkça yıkımın izleri insanın varlığını daha da keskin şekilde haber verir...sanki ağaçların ani bir ölüme tutulmuş gibi göründüğü bir koruluğa varılır... işte toprak sahibinin işe başlama şekli budur...

Gerçekten de daha şimdiden beyaz ırk kendini çevreleyen ormanların içinden ilerliyor ve birkaç yıl içinde Avrupalı, gölün berrak sularında yansıyan ağaçları kesmiş ve gölün kenarında yaşayan hayvanları yeni ıssızlıklara doğru çekilmeye zorlamış olacaktır.” Doğaya karşı var olma mücadelesinden, doğaya boyun eğdirip onu yok etme isteğini, insandaki yıkıcı güdüleri harekete geçiren kapitalizme yönelik romantik eleştiri bir anlamda çağının ruhunu yansıtmaktaydı. İlerleyen kapitalizmin yıkıcılığına “Faust” eseriyle romantik eleştiri getiren devrimci Goethe gibi, muhafazakar Tocqueville de “Amerika Yabanında”da aynı duyguları dile getirmiştir.

Muhafazakârlığın demokrasiyle imtihanı

Kendi içine kapanmış her insan, bütün öteki insanların kaderlerine ilgisiz bir yabancı gibi davranır. O insan için tüm insan türü, çocukları ve yakın arkadaşlarından oluşur. Hemşerileriyle ilişkilerine gelince, aralarına katılır ama onları görmez; dokunur ama onları ama onları hissetmez; yalnız kendi başına ve kendisi için vardır. Ve bu şartlarda kafasında bir aile mefhumu kalmışsa bile artık toplum mefhumu yoktur”

Tocqueville

Eşini ve çocuklarını ülkesinde bırakarak, elinde tüfeği bir başına yerlilerin saldırısını, sıtmayı, açlığı, her türlü tehlikeyi göze alarak zenginlik ve refah için Amerika’nın ıssız ormanlarında kendisine ağaçtan kulübeler inşa eden bu hırslı göçmenlerin tutum ve değerleri, bencil bir yaşam anlayışının doğmasına yol açmıştır. İleride modern Amerika’nın hakim kültürü haline gelecek bu dar ve kör bencilliği Tocqueville de gözlemler: “Tek amaç olarak zenginleşmeye odaklanmış göçmen sonunda tamamen bireysel bir varoluş yaratmıştır; ailevi duyguları da geniş bir bencillik içinde erimiştir.” Issız sonsuzluklarda birbirinden neredeyse yalıtılmış şekilde yaşayan bu insanların bencillikleri mekânsal bölünmeyle birlikte kültürel bölünmeyi de getirir. Modern Amerikan şehirlerinde gözlemlenecek “gettoların” izleri kendisini gösterir. Avrupa’nın kireçlenmiş parçalı toplumundan bağımsız Amerika, toplumu yöneten yıkıcı ilişkiler sonucu kendine özgü şekilde toplumda parçalanmalar, bölümlenmeler yaratır: “Rastlantı, menfaat veya tutkular bu dar alanda bu otuz insanı birleştirmişti. Bunun dışında aralarında hiçbir ortak bağ yoktu ve birbirlerinden derin olarak farklıydılar. Aralarında Kanadalılar, Amerikalılar, Kızılderililer ve melezler görülürdü... derinin rengi, yoksulluk ya da zenginlik, cehalet ya da bilgi daha şimdiden onların arasında yıkılmaz sınıflandırmalar olarak yerleşmiştir. Milli önyargılar, eğitim ve doğumla ilgili önyargılar onları böler ve yalnız bırakır.”

Ne var ki Tocqueville bütün çarpıcı gözlemlerine, keskin eleştirilerine rağmen “Amerika’da Demokrasi” kitabında demokratik, barışçıl bir hukukun kurumsallaşacağı ülke olarak Amerika’yı idealleştirmeyi bir kenara bırakamamıştır. Amerika’da sivil toplumun özgürce gelişeceği, özerk yönetimlerim demokratik kültürü besleyeceğine dair görüşleri, erken tarihlerde bireyciliğine hapsolmaya başlayan, kamusal yaşamı yıkan bencilliği gözlemlemesine karşın dile getirmiştir. Şüphesiz Tocqueville’in muhafazakâr dünya görüşü, kendi çelişkisini görmesini engellemiştir. Yıkıcı bencilliği insanın doğasında bulan klasik muhafazakâr görüşünü “yasalar, töreler, dinler değişir, imparatorluk ve zenginlik yer değiştirir; dış görünüş çeşitlenir, giyim farklılaşır, önyargılar silinir veya onların yerini başkaları alır. Bu çeşitli değişimlerin arasında her zaman aynı halkı tanırsınız. İnsan esnekliğinin ortasında esnek olmayan bir şey ortaya çıkar” diyerek tekrarlar. Hem Avrupa’da hem Amerika’da kamusal yaşamın bütün kolektif renklerini silen kapitalizmin işleyen çarklarının gerçek sesini duyamaz, ağaçları deviren baltanın sesinin ötesine geçemez.

Adam Smith’in “her bireysel çıkarın toplumsal çıkara kendiliğinden yöneleceğine” dair liberal iyimser inanç, Amerika’daki yıkıcı bencilliği, görece var olan doğal demokratik ruhun ateşin söndüreceğini göremediği gibi Tocqueville, bu bencilliğin yaratacağı kanlı savaşın ihtimalini bile düşünmez: “Avrupa’nın devrimleri, uygarlaşmış evrenden durmadan yükselen fırtınalı bağırtılar buraya yalnızca arada bir ve kulağın artık ne niteliğini ne de kökenini algıladığı bir sesin yankısı gibi varır.” İlerleyen zaman Tocqueville haksız çıkaracaktır, Amerika insanlık tarihindeki en kanlı iç savaşı yaşayacaktır. Demokrasinin ve özgürlüğün kök salıp yeşereceğini düşündüğü Amerika, Tocqueville öldükten neredeyse yarım yüzyıl sonra, dünyada demokrasinin ve özgürlüğün filizlendiği her yeri asker postallarıyla ezecektir. Elinde baltası, vahşi Kızılderili ile ormanların karanlık ıssızlıklarına korkmadan giren Tocqueville, 1848 Devrimi sırasında aniden yolunu kesen devrimci kadının kendisini nasıl korkuttuğunu günlüğe not düşecekti. Amerikan yabanında ilkel insanın özgürlüğüne imrenen Tocqueville, Paris’teki işçinin özgürlük mücadelesinin her zaman karşısında yer alacaktı.

Tocqueville, muhafazakârlığın demokrasi ve özgürlükle ilişkinin sınırlılarını göstermesi bakımından önemlidir. Dünyada ve ülkemizde Tocqueville’i referans alarak yeni bir özgürlük söylemini geliştirmeye çalışan liberal solun açmazları da bu noktada aranmalıdır. ABD'de Reagan'ın, İngiltere’de Margarette Thatcher’ın, Fransa’da Mitterand’ın Türkiye’de Özal’ın, AKP’nin gölgesine sığınan Tocqueville’in izleyicileri; kamusal özgürlükleri ortadan kaldıran, işçi haklarına saldırıp sosyal devleti parçalayan iktidarların sadık destekçileri olmuşlardır.