Aile yadigârları ile geçmişle yüzleşme

Avukat Yazar Rita Ender, son kitabı ‘Aile Yadigarları’nda, otuz genç Yahudi ile yadigâr kavramı üzerine söyleşti.

TUNA SAYLAĞ Sanat
12 Aralık 2018 Çarşamba

Hayatımızda en güçlü dayanağımız anne-baba evinden kalan anılarımızdır. Yitip gidenler, hatıralarıyla, arkada bıraktıklarının yüreklerinde yaşamaya devam eder. Avukat yazar Rita Ender, son kitabı ‘Aile Yadigârları’nda, Türkiyeli otuz genç Yahudi’yle ‘yadigâr’ kavramı üzerine söyleşti. Hepsinin aile yadigârı birbirinden çok farklı, ancak kalplerinde bıraktığı iz o kadar aynıydı ki… Sevgili Rita ile kitabını konuştuk.

Reysi Kamhi’nin görselleriyle bezenmiş kitabı hüzünle okudum. Üç ay önce annemi kaybedince 60 yılı aşkın bir beraberliğe ev sahipliği yapmış, eşya ve giysi dolu bir daire ile baş başa kaldım. Onları ihtiyacı olanlara ulaştırmak, başka bir deyimle evi dağıtmak manevi olarak oldukça yıpratıcı bir süreçti. Tabii ki yadigâr olarak kendime ayırdığım objeler oldu. Sonradan üzerinde düşündüğümde aldığım eşyaların aslında babaannem ve anneannemden kalanlar olduğunu fark ettim. O yadigârlar, çok küçük yaşlarımdan beri hep evimizdeydi ve onlar buram buram artık hayatta olmayan sevdiklerim kokuyorlardı.

Yadigâr, Türkçenin en hüzünlü kelimelerinden biri… İçinde ölümü, ayrılığı, sevgiyi,  özlemi, acıyı, bağı, hatırlamayı, anıları, vefayı ve geçmişi barındırıyor. Yaptığın röportajlarda bu duygulardan en çok hangileri ile karşılaştın?

Hepsiyle. Yadigâr, Türkçeye Farsçadan girmiş bir kelime. ‘Bir kimseyi, bir olayı hatırlatan nesne veya kişi’ olarak tanımlanıyor.  Bu yüzden çağırışıma açık ve hatırlamaya bağlı. Peki, biz, nasıl hatırlarız? Geçmişte duran bir olayı ya da kişiyi, bugün nasıl anlatır ve onu nasıl harekete geçiririz? O hareket içinde neler hissederiz? Aslında bu soruların cevaplarına bağlıydı söyleşilerde öne çıkan duygular. Kimisi kaybettiği biricik anneannesini gözü yaşlı, özlemle anlattı. Kimisi dedesini, ölümün gerçekliğini idrak ettiği anla bağdaştırarak andı. Kimisi yanı başındaki annesinden aldığı yadigârını, kendi çocukluğunun bir simgesi olarak sundu. Kimisi ise başka bir ülkeden buraya bakarken, hatırladıklarının arasına şehri, ülkeyi ve bunlarla bağlantılı duygularını da ekledi. 

Aile büyüklerinden kalan maddi/manevi bir takım değerleri torunlar neye göre yadigâr olarak kabul ediyorlar?

Konuştuğum insanların çoğu,  kendilerine röportaj yapmayı teklif ettiğim zaman, aile yadigârlarının ne olduğu üzerine düşündü. Bunun üzerine yadigârını yani çoğu zaman belirli bir objeyi seçti. Seçerken çoğu kişi, hatıralarına gitti, o objeyi kendilerine devreden kişiyi, o kişinin yaşamını, geçmişini, ailedeki yerini, kendisi için önemini düşündü.

Bazen insanlar, objeler üzerinden değil; kişiler üzerinden giderek seçimlerini yaptılar. Mesela Selin Estroti İpeker ve Virna Estroti Zavaro.  Selin ve Virna için özel olan, ‘en kıymetlileri’ diye tanımladıkları anneannelerini anlatmaktı. Hatta Selin bu hissini şöyle ifade etmişti: “Biz aile yadigârımız nedir diye kendi aramızda tartıştık. Ve garip bir şekilde, anneannem dışında sanki kimse bize bir aile yadigârı bırakamazmış gibi hemen anneannemi düşündük. Sadece onu konuştuk.”

Mekânın, seçimde belirleyici olduğu örnekler de vardı. Mesela Yoel Levi, dedesinin evindeki Şabat sofralarında, balık kılçıklarını atmak üzere kullanılan bir çanağı seçti. Şöyle demişti; “Amerika’ya yerleştiğimde en çok özlediğim şey Şabat’tı. Buradan uzaklaşınca insan Yahudilikle bağını sorguluyor. Yahudilikle olan en önemli bağımın Şabat masaları olduğunu hissettim.”  Ve sonrasında, New York’taki evinde Şabat masaları kurduğunu ve o çanağın masayı tamamladığını anlattı.

Yahudilik ile aile arasındaki bağdan biraz söz eder misin?

Aile ‘kurum’unu toplum dayatması olarak açıklayanlar da, ailenin ‘kutsal’lığını dini bir baskı olarak görenler de, aileyi önemseyip Yahudilikle ilgilisi olmadığını söyleyenler de, Yahudiliğini aile ile yaşıyor. Veya ömrünün bir noktasında öyle yaşadı. Çünkü Yahudilik ailede, aileyle paylaşılarak yaşanıyor. Atılıp satılamıyor, değiştirilemiyor.  Birilerine bağlıyor, hem de bazen hiç tanımadığınız birilerine. Ve sorumluluk yüklüyor.

Bütün bunlar üzerine düşünürken, Aile Yadigârları’nı okuyan bir arkadaşım, bana bir kitap hediye etti: Aharon Appelfeld’ın ‘Demir Raylar’ı. Appelfeld, yapmaya kalkıştığımın alasını yıllar önce yapmış. Devretmek, eşya, kutsal, aile, Yahudi derken şöyle bir bölüm yazmış:

“Kimse son saatinin ne zaman geleceğini bilmez. Size çok değerli bir şey vermek istiyorum.”

“Neden?” Ürkmüştüm.

“Çünkü bunu muhafaza edecek tek kişi sizsiniz.” Ceketinin cebindekini çıkarıp masanın üstüne bıraktı. Bu İbranice harflerle süslü, ince bir mezuzaydı. 

“Bu kutsal bir eşya.” Titriyordum. 

“Size kimseye söylemediğim bir şey açıklayacağım” dedi, kafasını eğerek. “Anneannem Yahudi’ymiş, dönmüş. Ölmeden önce bunu anneme vermiş, o da bana. Şimdi onu bir başkasına devretmenin zamanı geldi. Bunu size veriyorum. Çünkü siz de bir Yahudi’siniz.”

 İşte tam da böyle bir bağ var.

Otuz farklı genç ile söyleştin; bu görüşmelerden ortak bir tespit ya da görüş birliği çıkart desem ne söylersin?

Türkiye’de Yahudi olarak var olmanın hiç kolay olmadığı konusunda hemen herkes hemfikir. Bununla ve ülkenin içinde bulunduğu durumla bağlantılı olarak, maalesef birçok kez şu tespit de yapıldı: “Artık bizim için Türkiye’de bir gelecek yok.” Fakat eminim Şalom Gazetesi’nde ve cemaatimizin yöneticileri arasında gelecekten daha ümitli olan arkadaşlar da vardır. 

Yadigârla ilgili bir kitap kaleme almak aklına nasıl düştü?

Fransa’daki Lior Editions’nun (Lior Yayınları) kurucusu François Azar, Reysi Kamhi ile benden Türkiyeli Yahudi gençler üzerine bir kitap üretmemizi istedi. Reysi o dönemde, çok beğendiğim obje resimlerini yapmaya başlamıştı. Gölgeli ve sanki eski cisimler çiziyordu; şekerlik, vazo, küllük. Oradan hareketle; hikâyesi olan ve kişinin ailesinin ve Yahudiliğinin öyküsünü de barındıran objeler üzerine yazmayı önerdim. Obje ile yadigâr bağlantısını kurduk ve öylece başladık.  

 

Söyleşilerin birinde,  “Ailemden bana ne kaldı ve ben çocuğuma ne aktaracağım?” sorusu irdeleniyor. Kalanlar ile aktarılanlar arasında bir paralellik veya ortaklık oluyor mu?

Fiona Faraci Petridis’in sorusuydu bu. Fiona, hamileliği sürecinde bu soruya odaklanmış. Bedeninde bir insan büyürken, yeryüzüne bir canlı getireceğinin bilincindeyken kendisine sormuş: Benim olan ve benim olduğum şey nedir? Bu müthiş bir yüzleşme ve sorgulama hali. Aynı zamanda kadın yaratıcılığının açık bir tezahürü. Bu yüzden, kitabın içindeki en önemli ve en içten ifadelerden biri olduğunu düşünüyorum: “Ailemden bana ne kaldı ve ben çocuğuma ne aktaracağım?”

Aktarılanlar ve kalanlar arasında paralelliğin olup olmadığını anlamak için aslında, aktaranlar ve/ veya kalanlar ile de söyleşi yapmak gerekir. Fakat tabii bazı ortaklıkları görmek mümkün. Örneğin Hay Eytan Cohen Yanarocak’ın büyükbabası İsrail’e şiir yazan biriymiş. Hay, söyleşimizde İsrail ile olan ilişkisini şu sözlerle anlatmıştı: “Ben aşkım İsrail’e kavuştum. Artık evliyiz. Ve birbirimizi hâlâ seviyoruz.” Burada, coşkulu duygularda bir paralellik var, hatta belki aynılık var. Peki, duygularını, düşüncelerini kızı Sary ile paylaşan Hay, kendisine aktarılanı aktaracak mı, aktarabilecek mi? Daha doğrusu; Sary bunun kendisinde de olmasını, kalmasını seçecek mi? Seçmeyebilir, belki Sary “Hindistan daha güzel” diyecek ve taşınacak. Belki devletler tarafından işlenen suçlar üzerine akademik çalışmalar yapacak ve herhangi bir devleti sevmesinin mümkün olmadığını söyleyecek. Belki de İsrail bayrağına duyduğu aşkla, bir siyasi parti aracılığı ile ömür boyu büyük dedesinin şiir yazdığı vatana hizmet edecek. Kim bilir. Sınırsız ihtimal var…

Diğer yandan, bu söyleşiler içinde kalanlar ile aktarılanlar arasında bir paralellik olmadığını gösteren örnekler de var. Mesela Suzi Amado’nun hikâyesine bakarsak, Suzi aile yadigârı olarak sünnet olan bebeklerin penislerinin tutulduğu bir aleti seçti. Babaannesinin dedesi sünnetçiymiş. Babaannesinin dedesinden babaannesine, babaannesinden kendisine kalan bu alet, aile içinde her el değiştirişinde aslında anlam değişikliği de yaşamış. Şöyle anlatmıştı Suzi:  “Babaannem bunu ilginç bir şey diye aldı, babam atraksiyonel bir şey diye aldı, kuzenim niçin aldı hiç bilmiyorum çünkü kendisi sıkı bir feministtir. Ben ise tartışmalı bir şey olduğu için almak istiyorum. Bu, bir kültürün bir parçası, ben o kültürün o kısmının iyi bir şey olup olmadığını tartışıyorum ve o belirsizliği kendi içimde tutuyorum. Benim için belirsizliği içinde tutmak çok değerli. Bu, bir şeyin ne olduğunu bilmeden onunla oturabiliyor olmanın simgesi. Hep yaptığımız bir şeyi sorgulayabilmenin simgesi. Bakalım bir sonraki kişi bunu hangi hisle devralacak...”

Önümüzdeki günler için yeni projelerin var mı?

Var, bir kadın üzerine çalışıyorum. Uzaklarda doğmuş fakat İzmir’de yaşamış, bana göre önemli, özel ve güçlü olan bir kadının; bir Madam’ın izini sürmeye çalışıyorum. İlginç bir hayat hikâyesi var, parçalarını toplamaya, bir araya getirmeye uğraşıyorum.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün