YAZARLAR

Yolunda giden ne kaldı?

Son dönemde Barolara, Tabipler Birliği'ne yapılan baskıları ya da iktidarın Anayasa Mahkemesi'ne uyarı şeklinde yaptığı serzenişleri ve tabii HDP’nin siyaset dışına itilme arayışlarını düşündüğümüzde ülkenin nasıl bir siyasal eşikte olduğu berraklık kazanıyor. Peki böylesi bir iktidar düğümünün zayıf halkası nerede?

3 Kasım 2002’den günümüze uzanan on sekiz yıllık AKP iktidarı “yönetememe” olarak tanımlanan bir rejim bunalımıyla yüz yüze. Sürecin kendi içindeki alt dönemleri, partinin öne çıkardığı siyasal program, sürdürdüğü iktisat politikaları çokça tartışıldı ve analiz edildi. Niyetim bu çözümlemelere yenisini katmak değil. Niyetim temel olarak sağ popülist bir siyasal partinin tükenen politika seçenekleri (ya da politika seçeneksizliğinin) karşısında ülkenin nasıl bir sürece girdiği hakkında düşünmek.

Wikimedia’nın AKP sayfasına girerseniz sağ köşede partinin siyasal kimliğini tanımlayan bir köşe göreceksiniz. Partinin öne çıkan özellikleri muhafazakarlık, ekonomik liberalizm, yeni Osmanlıcılık, İslamcılık ve sağ popülizm olarak tanımlanıyor. Belli ki köşe epeydir yenilenmiyor ya da köşeyi hazırlayanlar için AKP’yi tanımlayan bu özellikler halen geçerliliğini koruyor.

Elbette AKP’yi tanımlayan tüm bu özellikler kavramlardan ne anladığımızla yakından ilişkili. Ama yine de soralım. AKP iktisadi olarak liberal bir parti midir? İnanç sahibi liberallerin bu soruya doğrudan “hayır” diyeceklerini biliyorum. AKP’ye artık iktisaden liberal bir partidir demek çok da mümkün değil. Bu köşede çok yazdım “çünkü bir tür liberal motto sayılan iktisadi alanın bağımsızlığı” bugün hiç de ülke gerçekliğine uymuyor. İktidar aygıtı belki de hiç olmadığı kadar doğrudan iktisadi alanı şekillendiriyor. Kamu ihaleleri, yandaş şirketler, tüm kamusal denetimlerden azade Varlık Fonu bu durumun en açık örnekleri.

Yeni Osmanlıcılık söylem ve politikaları AKP açısından hep işlevsel oldu. Bir yandan bir tür cumhuriyet eleştirisi işlevi görerek içeride “mağdur” bir halk tanımı yapmasında, diğer yandan ise İslamcı proaktif bir dış politika yönelimine aracı oldu. Geldiğimiz aşamada AKP’nin yeni Osmanlıcılık yaklaşımının dış politikada başarılı bir şekilde sürdüğünü söylemek artık sanırım kimse için olanaklı değil.

Peki ama içeride durum ne? Sokağa çıktığınızda arabaların arkasındaki Osmanlı tuğralarına bakacak olursanız içeride iltifatın sürdüğünü düşünebilirsiniz. Ancak her kimliği tanımlamada yaşanan güçlük gibi AKP tabanının Osmanlı tuğrasını da tanımlamak gittikçe güçleşiyor. Neden mi? AKP’nin 24 Haziran 2018 seçimleri sonucunda MHP ile kurduğu Cumhur İttifakı sonrasında tuğranın da içeriği belirsizliğe büründü. Tuğra bir ümmeti mi yoksa Türk kimliğiyle bir milleti mi temsil ediyor? Sembolün içerik yitirmesinin merkezinde bu sorun yer alıyor ve mevcut Cumhur İttifakı koalisyonunun kimliği açısından da hayati öneme sahip.

Ümmet mi, millet mi? Bu soru elbette önemli çünkü artık iktidar bir parti değil bir blok. Nitekim Wikimedia’da 24 Haziran 2018 sonrası iktidarı bir parti olarak değil Cumhur İttifakı olarak tanımlıyor. Bu nedenle bu blokun ideolojik fay hattı ve kurduğu dengeler Türkiye’de rejim krizi olarak tanımladığımız sürecin neye ve nasıl everileceği konusunda hayati öneme sahip. Millî kimlik ile dinî kimliğin nasıl harmanlanıp, uyumlaşacağı AKP ve MHP arasındaki koalisyonun sürekliliği açısından (bugün önemsiz gibi görünse de) üstü örtülemez bir sorun olarak duruyor.

Wikimedia’da tanımlanan kimlik künyesinde yer aldığı gibi AKP sağ popülist bir parti olarak inşa edildi. Popülizm tartışmalarının Türkiye sosyal bilimler geleneğinde epeyce köklü geçmişi var. Bugün artık "klasik" diyebileceğimiz o tartışmaların temelinde daha çok iktisadi alanın ve bölüşüm sorunlarının bulunduğunu söylemek isterim. Popülizmin bir parti stratejisi olarak tartışılması bizim yazınımıza (elbette benim izleyebildiğim kadarıyla) AKP iktidarı ile taşındı. Popülizm kolay kullandığımız ama zor tanımlanabilecek çetin bir kavram. İlgili okuyucuya Jan-Warner Müller’in Popülizm Nedir? kitabını öneririm.(1) İçinde Türkiye ve AKP için değerlendirmeleri de taşıdığından düşündürücü bir çalışma olduğunu söylemek isterim.

Sağ popülizm doğası gereği dışlayıcı ve açık faşizme yönelme ihtimalini bünyesinde taşıyan otoriter bir yönetim yapılanmasıdır. Müller’i izlersek siyasal kriterini şu özelliklerle tanımlamak mümkündür: Geçmişin yönetici ve aydın seçkinlerine karşıtlık, mağdurları temsil eden bir ahlakilik iddiası; dışlayıcı kimlik oluşturma ve halkın yalnızca bir bölümünün gerçek (ideal) halk ilan edilmesi; siyasal tabanlarını oluşturan “ideal” halkın başta yönetici seçkinlere yönelik “öfke, kızgınlık, hınç” gibi duygularına meşruluk kazandırılması; çoğulculuk karşıtlığı ve tüm halk adına konuşan bir lider inşası… Türkiye’nin AKP’li yıllarını yaşayan herkes Müller’in sunduğu bu perspektifi zihninde deneyimsel olarak yeniden inşa edebilir.

Müller popülist oluşumların yaşamın her düzeyindeki çoğulculuk karşıtlığına merkezi bir önem veriyor ve şu tespitte bulunuyor:

“Popülistler seçkin karşıtı olmanın yanı sıra her zaman çoğulculuk karşıtıdırlar. Onlar, kendilerinin ve yalnızca kendilerinin halkı temsil ettiğine inanırlar. İktidara gelmeden evvel tüm siyasi rakiplerinin ahlaksız ve yozlaşmış seçkinlerin bir parçası olduğuna, iktidara geldiklerinde ise kendileri karşısındaki muhalefetin meşru olmadığına inanırlar… Kendilerini desteklemeyen kişiler gerçek halkın bir parçası bile değildirler” (s: 36).

Müller bu tür iktidar oluşumlarının genel olarak üç temel özelliği olduğunu vurguluyor: “devlet aygıtını gasp ederler, yolsuzluk ve kayırmacılık yaparlar ve sivil toplumun bastırılması için sistemli bir çaba gösterirler” (s:16). Sonuç “parti siteminin çöküşü ve yönetim erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşıldığı plütokrasidir.”

Son dönemde Barolara, Tabipler Birliği'ne yapılan baskıları ya da iktidarın Anayasa Mahkemesi'ne uyarı şeklinde yaptığı serzenişleri ve tabii HDP’nin siyaset dışına itilme arayışlarını düşündüğümüzde ülkenin nasıl bir siyasal eşikte olduğu berraklık kazanıyor.

Peki böylesi bir iktidar düğümünün zayıf halkası nerede?

Müller’e göre bu türden iktidarların zayıf halkası “gerçek” halk olarak tanımladıkları, kendilerine meşruluk ve “ahlaki” üstünlük kurdukları kitle tabanının kontrolü üzerine örülüyor. Bu kontrolün bir yönü tabana ideolojik üstünlük tanımak ve tabanın ortaklıklarını güçlendirmekse, diğer yönü tabanın iktisaden maddi onayını almaya dayanıyor.

Bu çerçevede şu soruları sormak mümkün: AKP iktidarının muhafazakâr İslamcı olarak tanımlayacağımız çekirdek tabanı Türkiye toplumunda ideolojik üstünlük sağladı mı? İktidarın tüm ideolojik aygıtları ve gücüne karşın AKP’nin çekirdek tabanını temsil eden muhafazakâr İslamcı ideolojinin böyle bir üstünlük kuramadığı bence açık. Ayrıca bu tabanın yönetimle kurduğu “temsiliyet” bağının AKP iktidarının kendi seçkinlerini oluşturmasıyla epeyce hırpalandığı da bir o kadar gerçek. Bu durum AKP’nin “sesiz çoğunluğunun” artık doğrudan onay verdikleri iktidarın yarattığı mağdurluklarla yüzleşmek zorunda kalacakları anlamına geliyor. Başka bir değişle AKP iktidarının kendini vareden “mağdur kitleler” üzerindeki “ahlaki” gücünün giderek zorlaştığı bir gerçek.

Elbette bu durumun AKP tabanı için sonuçlarını henüz bilmiyoruz. Bilmiyoruz ama umut ve coşkuyla AKP’li olduğunu haykıran bir kitle de görmüyoruz. Elbette bir kitle coşkusunu yitirirse, coşkunun yerini şiddet de alabilir, onu da zaman gösterecek.

Popülizmin içsel mimarisinin en temel ve en zayıf halkası iktisat alanında gerçekleşiyor. Sonuçta tüm iktidarlara olduğu gibi popülist iktidarlara onay mekanizması yalnızca inanç sistemleri üzerinden kurulmuyor, kurulamıyor. Toplumsal yaşamın maddi olarak yeniden üretimi ve bu sürecin sürekliliği tüm iktidarların fiili ömrü üzerinde belirleyici rol oynuyor.

Toplumun maddi olarak yeniden üretimi elbette basit anlamda iktisat politikalarıyla sınırlı değildir. İnsanın tüm üretken potansiyelinden (sanattan maddi üretimin tüm bileşenlerine) insanın kendisine (fiziksel var oluşundan bireysel, toplumsal var oluşunun tüm bileşenlerine), insanın doğayla kurduğu ilişkiler bütününe uzanan çok boyutlu var oluş süreçlerini kapsar.

İnsanın sorası geliyor. Bu süreçlerin hangisinde işler toplumun genel yararına işliyor? Ekonomide mi? Eğitimde mi? Sağlıkta mı? Doğa ve çevresel alanda mı? Yasa alanında mı? Estetik ya da sanatta mı?

Siz bu soruları çoğaltabilirsiniz. Eğer hiçbirine olumlu yanıt vermiyorsanız yalnızca iktidar değil, yaşam da tükeniyor demektir… Yaşamı korumak gerek.

(1) Jan-Warner Müller (2017), Popülizm Nedir? (çev: Onur Yıldız), İletişim Yayınları.


Ahmet Haşim Köse Kimdir?

1960 Samsun doğumlu. Lisans ve yüksek lisans eğitimini ODTÜ İktisat bölümünde, doktorasını Hacettepe Üniversitesi İktisat bölümünde tamamladı. 2000 yılında A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Uluslararası Ticaret ve Kalkınma kürsüsünde yardımcı doçent oldu. Bu kürsüde sırasıyla doçent ve profesör olarak görev yaptı. 7 Şubat 2017’de bu kürsünün başkanıyken 686 sayılı KHK ile görevinden atıldı. İlgi alanı politik iktisat üzerine yoğunlaştı. Türkiye’de toplumsal sınıf haritaları, gelir bölüşümü, kalkınma alanlarında çok sayıda ortak ve kişisel çalışmalar yaptı. Evrensel ve Sol gazetelerinde dönemsel olarak yazıları yayınlandı. Karaburun Kongresi’nin düzenleyicilerinden biridir.