Türkiye’de yerli üretim denilince akla ilk gelen şey tarımsal üretim süreci oluyor. Tarımdan koparılmak, tarımda kendine yeterli olmamak, dışa bağımlı olmak vb. konular önemli politika alanlarını oluşturuyor.

Tarım konusundaki en can alıcı şeylerden biri belki de zehirli kimyasal girdiler. Ancak bu konu çok az bir kesimin ilgisini çekiyor gibi gözüküyor. Hâlbuki bu zehirler Dünya Sağlık Örgütü tarafından yüksek seviyede tehlikeli olduğu ifade edilen maddeler içeriyor. Kanser, kısırlık, gelişim bozukluğu gibi ciddi hastalıklara sebep olduğu, ekosistemde hasara yol açtığı biliniyor ama yine de bir türlü yasaklan(a)mıyor…

Yasaklan(a)mıyor çünkü zehirlerden kurtulmanın yolu tüm gıda sisteminin değişmesinden geçiyor. Geçtiğimiz haftalarda ne yediğimizi nasıl bilebiliriz sorusu ve ‘taklit ve tağşiş’ listesi üzerinden bu konuya biraz değinmiştim. Taklit ve tağşiş listesi yaş sebze ve meyveyi içermiyor. Liste yalnızca paketli ürünlerden oluşuyor. Zaten ‘domatesin taklidi, tağşişi mi olur’ diyebilirsiniz… Bal gibi de olur.

Yaş sebze ve meyve, paketliler gibi zehir dolu. Olmaması da mümkün değil; çünkü zehirli gıdaların kaynağı olan büyük ölçekli endüstriyel tarım sistemi hem paketli hem de yaş sebze ve meyve üretimine hâkim.

Tarım, gıda, çiftçi, ekoloji vb. konularına ilginiz varsa farklı üretim modellerine aşinasınızdır. Biliyorsunuz ülkemizde, dünya genelinde olduğu gibi endüstriyel tarıma dayalı bir model tercih ediliyor. Bu da büyük ölçekli şirket tarımı temelli bir gıda sistemi anlamına geliyor.

Endüstriyel tarım kimyasal tarım ilaçları, kimyasal gübreler, şirket tohumlar ile hem vatandaşı zehirliyor hem de dünyayı kirletiyor. Bunu daha fazla verim odaklı, iklim ve ekolojik koşullar bakımından uyumsuz tarımı benimseyerek yapıyor. Daha fazla verim, yani daha fazla zehir. Elverişli tarım arazilerine daha fazla zarar verilmesi, kullanımının sınırlandırılması ya da özelleştirilmesi de demek oluyor.

Bu sistemin bir diğer sonucu da küçük çiftçi ve köylü tarımının bilinçli bir şekilde kısıtlanması. Endüstriyel tarıma dayalı model çiftçiyi de sertifikalı tohuma yani şirketlere bağımlı hâle getirerek piyasa güdümüne sokuyor. Böylece çiftçiyi, tarıma dair her türlü söz ve yetkiden mahrum bırakıyor.

Daha önce ‘ne yediğimizi bilmenin yolu üreten ve tüketenlerin gıda sistemine egemen olmasından geçiyor’ demiştim. Yani zehirsiz gıda tüketmenin yolu gıda egemenliğinden geçiyor. Gıda egemenliği hareketi buna ulaşabilmek için üretimde köylü ‘agroekolojisi’ (peasent agroecology) adı verilen yaklaşımı benimsiyor.
Köylü Agroekolojisi temelde endüstriyel tarımı sorgulayan ve hatta tam zıttı bir yaklaşımdır diyebiliriz. Hem üretim hem de ilişkilenme modelidir. Bu nedenle de tohumdan sofraya gıdayı endüstriyelleştiren tüm aşamalara karşıdır. Çiftçiyi tarımsal üretimin merkezine alır. Tarımsal üretimin bilgisini çiftçi deneyimine dayandırır. Bu bilginin metalaşmasına karşıdır ve paylaşılarak yaygınlaşmasına çabalar. Doğa ile ona zarar vermeyecek bir denge kurarak ilişkilenir. Besleyici ve yerel gıda kültürüne uygun gıdaların üretilmesini savunarak daha az gıda atığı üretir. Su, toprak gibi kaynaklara erişim hakkı için mücadele eder. Küçük ölçekli üreticileri güçlendirmeyi amaçlar. Halkçı köylü feminizmi yaklaşımı ile kadının önemli rolünü vurgular, kadını güçlendirmeyi hedefler.

Yani üretim denince aklımıza tarım geliyorsa, ‘nasıl bir tarım?’ denince de, yerel ekonomiye dayalı çözümler arayarak, bu doğrultuda çiftçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacını güden, adil bir ekolojik ilişkilenme sunan agroekoloji derim...