1. HABERLER

  2. GÜNCEL

  3. Ağbaba'nın – Şöreyel'in Sızlayan Yarası
Ağbaba'nın – Şöreyel'in Sızlayan Yarası

Ağbaba'nın – Şöreyel'in Sızlayan Yarası

Hurşit BAYRAMOĞLU*

A+A-

Uzak Kazakistanda dedemin her sabah erkenden söylediği bir kelime daime hafızamda kalmıştır: “ Tanrım, şükür büyüklüğüne ki, beni Türk yaratmışsın. Bu şerefli adı taşımak ne kadar zor ve ıstıraplıymış…”.

Dedem Kafkas İslam Ordusun da hizmet etmiş, ordunun efsanevi komutanı Nuri Paşanın şerefine oğlunun adını da Nuri koymuştu. 

Ağbaba-Süregel bölgesi Oğuz elinin en eski bölgelerindendir. Tarihte bu bölgenin payına sevinç ve mutluluktan daha çok keder ve facia düşmüştür. Bu bölge Türkiye’nin Çıldır, Arpaçay, Akyaka, Gürcistan’ın ise Boğdanovka ( geçmiş Gocabey) bölgeleri arasında bulunur. Geçmişte Amasya, Gocabey, Gızılkoç ilçeleri Ağbaba yaylasında idi. Bölgenin çok hissesi uzun zaman Ahıska paşalığının ( Çıldır eyaleti) ayrılmaz parçası olmuş, Kars sancağında, 1877-1878’in Osmanlı Rus savaşından sonra Kars ilinin nahiyesi olmuştur. Deniz seviyesinden yaklaşık 2000 metreden fazla yükseklikte bulunan bölge iklim koşullarına göre diğer bölgelerden farklıdır, kışı çok sert, ayazlı, boranlı oluyordu. Havanın soğukluğu bazen  -35, -40 dereceyi geçiyordu. Doğanın böyle keskin karışıklığı insanların karakterlerine de yansımıştı. Burada erkekler genellikte sert, kara dinmez, yalanı dolanı sevmeyen, her rastladığı ile sarılıp öpüşmeyen,  ezilip bükülmeyen, sözünün, dediğinin arkasında duran, kadınlar ise aksine- güler yüz, hem de ciddi ve al elvan giyinmeyi severdiler. 19.yüzyılın sonunda Ağbaba-Şüregel bölgesi sayısız, hesapsız kurbanlar vererek seyrelmeye başlamıştı. “Seyrelmek” kelimesi kulağa çok basit geliyor. 1918-1920 yıllarında bölge için büyük mücadeleli yıllar olmuştur. Bu yıllarda Hacı Abbas oğlu Kerbala’yı Mehemmed ağanın sediriyle Ağbaba Milli Şurası kurulmuş ve bölgeni  savunmak için askeri kuvvetler yaratılmış, altın parayla Ahıska, Ahılkelek bölgelerindeki gürcü generallerinden silah sürsat alınmış ve uzun süre bölgeye ermeni ayağı değmemiştir. Onu da kayıt etmek gerekiyor ki, Kerbalayı Mehemmed ağa Bakü’den dönerken onunla birlikte eski Rus ordusunun subayı albay İsrail bey Yadigarov ve şerefli Türk ordusunun subayı binbaşı Hurşit bey’de gelmişler ve kendi savunma kuvvelerinin hazırlanmasında yeterince emek sarf etmişler. Lakin Ermeniler’ in devamlı hücumları haddini aşmış, Milli Şura 20 Şubat 1920 yılında 35 köyün katılımı ile Büyük Tepeköy’ de toplantı yapılmış ve karar kabul edilmiş ki, bölgenin emniyeti için Ağbaba bölgesi Gürcistan ile birleştirilsin. (Bak; Nazim Mustafa, Halk gazetesi). Kim bilir tarihin hükmünü, bölge Gürcistan ile birleştirilseydi muhakkak o da bizim Ahıska, Türklerinin kaderini yaşayacaktı.

Gızılkoç ilçesinin tarihi daha facialı olmuştur. İlçenin bütün köyleri Rusların yardımı ile boşaltılmış, birçok yerlerde ahali eli silahlı Ermeniler tarafından katledilmiş, kalanlar ise Iran’a, Türkiye’ye, özellikle de Karsa göç etmişlerdi. İran’ın Gümrü de ki konsolosluğunun işçileri Ermenilerin müşaiyeti ile Ağbabanın, Şöryelin köylerini gezmiş ve şia mezhebine mensup on binlerce insanı İran bayrağı altında İran eyaletlerine göçmeye sevk etmişler. Yollarda ölen ölmüş, sağ kalanlardan ise ucuza ya da bedavaya işçi niyetine kullanılmıştır. Burada şairimizin çok yerinde bir sözü vardır: “ Tarih utanmaz mı yarattığından, dönüp geçmişine bakmaz mı İran.” Kader böyle. Bir yanda kuzey Ayısı, diğer yanda da Güney kaplanı ve onların her ikisine her zaman kuyruk bulayan  köpekler… Ama hayat devam ediyor. Kurtlar da yaşıyor, çünkü kurt olarak yaşayanlar köpek olamazlar. Demir ateşte kızartılıp, taşın üstünde dövülüp, soğuk suya çekildikten sonra çelik olur. İnsanlar, milletler de aynen, zamanın, kaderin keşmekeş yollarından geçiyor, berkleşiyor, çelikleşiyor ve sonradan bu berklik, metanet gelecek nesillerde yaşıyor.

Gocabey ilçesinin kaderi de aynen. Zamanında Ruslar buraya Türkiyeden gelmiş Ermenileri yerleştirmiş. Sonradan, bir, iki köy dışında bütün köyler boşaltılmış ve buraya molakanlar, dohoburlar yerleştirilmiş, ilçeye de Bogdanovka adı verilmişti, lakin Sovyetler devrinden sonra gürcüler ilçe merkezini Ninotsminda adlandırmışlar. Kalmış o bir iki köyden biri olan Sağamo’nun (Sağamoy) bir hissesi 30. Yıllarda, diğer hissesi ise 1944. Yılda Kırgizıstanın Oş iline, pamuk üretilen bir bölgeye sürgün edilmişti. Bu köyün kaderini bütün Ahıska Türkleri yaşadı. Onlar da Özbekistan’ın, Kazakistan’ın, Kırgizistanın genellikte pamuk üretilen bölgelerine sürgün edilmişlerdi.

 Az, çok kalan Amasya ilçesi olmuştu. 1988 yılına kadar ilçenin 24 köyünün 22 sinde Türkler yaşıyordu. Amasyanın bu köylerinden biri de Sultanabad köyü idi. 1935 yılında köyün adı değiştirilmiş Şurabad adı verilmişti, yani yeni  “Şuraların“-Sovyetlerin geliştirdiği köy. Köyün yerli ahalisi 20. Yıllarında Karsa göçmüş, sonradan buraya Çıldır bölgesinden, Ahıskadan ve diğer yerlerden gelenler yerleşmişlerdi. Köy Arpa çayının sahilinde idi, geniş ekin biçme arazileri vardı. Sultanadad Goncalı, İbiş, Karabulak, Kuzukent (Hozukent), Çivinli, Güllüce, Ellerkent, Balıklı, Öksüz, Göllü,Yeniyol (Garanamaz), Tepeköy, İlanlı (Çaybasar), Düzkent ve yaylaların etrafında olduğundan ilçe nahiyesi sayılırdı ve yeterince gelişmişti. Köyde orta, lise okulu, yağ peynir fabrikası, hastane, iki büyük mağaza, erzak ambarları, posta, meteorolojik istasyonu vardı.

Köyüm ve genellikle ilçenin gelişmesinde Revandan (İrevandan), Nahçıvandan gelmiş öğretmenlerin, uzmanların, ve diğer kadroların da büyük etkisi olmuştu. Köylerin hızlı gelişmesi, tabii ki Ermenileri rahatsız ediyordu. 30. Yıllarda Stalinin repressiya devri zamanı ilk “ temizleme“ görülüyor. Az, çok imkanlı, göze gelen insanların hepsini “ kolçomak“ (rusça “kulak“) adlandırılarak halk düşmanı gibi ya kurşunlanır, yâda Sibirya’ya sürgün edilir. Böyle kararları vermek “ Troyka”ya ( Üçlük’ye) havale edilmişti. “Troyka”nın faaliyeti bütün Sovyetlerin arazisini kapsıyordu ve 30. yıllarda Sovyetler üzere yüz binlerce adam ya öldürülmüş ya da Sibirya ya sürgün edilmişti . “Troyka’nın“ terkibi NKVD(İç İşleri Halk Komiserliği) görevlisi, Komünist Parti katibi (başkanı) ve savcı. Amasyanın hemen hemen bütün köylerinde “temizleme“ işleri yapılmıştı. Ermenilerin eline büyük fırsat geçmişti. Çünkü ilçenin savcısı da, Parti sekreteri de, İç işleri Komiseri de Ermeni idi. Sibirya’ya sürgün olanların ailelerine “kol çomak” yetim yesirleri gibi olmaksızın musibetler vermişlerdi. Muharebe yıllarında ise eli silah tutmayı becerenlerin hepsi savaş cephesine, kalanlar da açlığa, fakirliye rağmen çalışırlardı. Muharebe yıllarından sonra diğer köyler gibi Sultanabad da yavaş yavaş kendisine gelmeye başlamıştı. Köylerde büyüklerin  “mutluluk“ getiren yeni sosyalizm kuruculuğuna inanarak,“ halklar babası’nın”, Stalinin talimat ve emirlerini icra eder, çocuklar ise okullarda  “Lenin baba yolunda çalışarık, vuruşarık biz…” şarkısını söyleye söyleye sabaha, geleceğe ümitle bakarlardı. Köy ehli gece gündüz çalışır, eker, biçer, yeni kolhoz (uydurma kolektif çiftlik) kurarlardı. Lakin canından muharibenin hofu, ateşi çıkmamış köylüler yeni felaketle karşılaştılar. Ermeniler kimsenin beklemediği, akıllarına bile gelmediği ve köylülerin sonradan anladıkları yeni bir menfur planlarını oluşturmaya başladılar. Ermeniler yaşayan ilçelerin topraklarını sulamak için Sultanabad’dan geçen derenin karşısını tutarak, büyük su barajı yapmaya karar verdiler. Meselenin ilginç soru oluşturanı o idi ki, bu barajın suyundan Amasya’nın aşağı köyleri; Karaçanta, Mağaracık, Çakmak, Güllübulak, Ohçuoglu köyleri kullanamayacaklardı. Bahaneleri de o idi ki, dereden suyu çıkarmak için motor pompaları yoktu. Lakin uzun yıllar köylerden Moskova’ya giden şikâyetlerden sonra 60. Yıllarda köylere su verildi ve aman Allah, az bir zamanda o köylerde nasıl yeşillikler, meyveler üretilmeye başlandı. 

Bu barajın inşası Ermenistan’a göre en büyük inşaat idi. Merak edilen o idi ki büyük işçi kuvvesine malik olan ilçe insanlarını çalıştırmamışlardı. Diğer bölgelerden getirilmiş yüzlerce Ermeni yüksek maaşla çalıştırılmıştı. Buda doğaldı, çünkü yapılan inşaat SSCB’nin bütçesinden veriliyordu. Yapılan göle Arpa gölü adı verildi. Kayıt etmek gerekiyor ki, Arpa gölü Göyçe gölünden sonra Ermenistan arazisindeki ikinci büyük göldü. Lakin bu gölün yapılması ilçenin bir çok köylerine büyük bir darbe idi. Sultanabad, Gonceli, Karabulak, Kuzukent, Balıklı, Güllüce köylerinin en yararlı, ekin sahalarının çok hissesi su altında kaldı. Bu ise o demekti ki, zor durumlarla yüzleşen köylüler er veya geç doğma topraklarla vedalaşacaklardı. Öyle Ermenilerin “kuruculuk“ planlarının esas amacı da bu idi.

Sultanabad köyünün evlerinin çoğulu su altında kalmıştı. Buna bakmayarak köy yerinden oynamadı, biraz daha yukarı, yamaca çekildi, iyi kötü, borç harç ev yaptılar, köyü yavaş yavaş geliştirdiler. Lakin en dehşetlisi o idi ki, köy mezarlığı su altında kalmıştı. Her yıl sonbaharda gölün suyu azalıp geri çekildikçe mezarlar yüzeye çıkarlardı. Rahmetlilerin baştaşlarının çoğunu sular, dalgalar yıkamamıştı. Hala yarısı suda olan baştaşları akşam karanlığında sanki dile gelip insanları mezemmet edeceklerdi ve her zaman onlara baktıkça insan küçülür, kendisini suçlu hissederdi. Bu mezarlığın hemen yanında bir ermeni mezarı da vardı, üstünde ermeni dilinde Tırtoyan Nahapet yazılmıştı. O ailesi ile Ermenilerin elinden kaçmış, köylüler de onlara sığınak vermiş, insanlıklarını göstermişler. Ermeni de iyiliyi unutmamış ve vasiyet etmiş ki öldüğünde onu Türk mezarlığına defnetsinler. Kafamda her zaman bir soru dolaşıyor, acaba bu yaşamış Ermeninin torunları Karabağ savaşına katıldılar mı?

Bütün bu musibetler azmış gibi, ermeniler yeni fitnelere el attılar. İkinci Dünya savaşı biter bitmez Stalin Türkiye’nin arazileri için yeni iddialarda bulundu. İtiraz olarak 1921 yılında Türkiye ile Sovyetler arasındaki anlaşmanın yanlış olduğunu, Leninin kandırıldığını, Ardahan’ın Gürcistan’a, Kars’ın ise Ermenistan’a verilmesi iddiası ileri sürüldü. İddianın esaslandırılmağının nedenlerinden biri Ermenistan arazisinin Ermeniler için yetersiz olması idi. Ermenistan Komünist Partisi genel sekreteri Aryutunov ve 6. Kotalikos Gevorg Çörekçiyan Moskova’ya çağrıldı ve onlara dünyadaki Ermeniler arasında propaganda yapmaları için görev verildi. Onlar da yakın zamanlarda Ermenistan’a  çeşitli ülkelerden yüz binlerce ermeninin immigrasiyası hay küyünü kopardılar. Ermeniler de kollarını sıvayıp saçma sapan planlarını gerçekleştirmeye çalıştılar. Onların kronik iltihaplı hayallerine göre yakın zamanlarda Kars, Erzurum, Van, Bitlis, Muş vs. bölgeler Ermenistan’a birleştirilmeli idi. Kars için bütün yönetici görevler tein edilmiş, hatta A.Koçunyan’ın  Kars il Komünist Parti sekreteri emri bile verilmişti. Lakin bir yandan ve en önemlisi, Türkiye’nin tekzip edilmez tuttuğu sert pozisyon, diğer yandan da ABD’nin Japonya’ya atom bombasının salması Stalinin ve Ermenilerin menfur planlarını alt üst etti.

Bütün bu olaylardan sonra kabak Ermenistan’da yaşayan Azerbaycan Türklerinin başına patladı. Ermeniler SSCB Merkezi Komitesinin “Azerbaycan Türklerinin “gönüllü” olarak Azerbaycan’a göç edilmesi hakkında“ kararına nail oldular (bu konuyla ilgili Nazim Mustafa derin ilmi araştırmalar yapmış). Amasya’da  bu “gönüllü” oyununa Sultanabad, Karabulak, Balıklı köyleri denk geldi. İnsanların eli ayağı işten soğumuş, herkes derin keder içindeydi. Üçer beşer toplaşarak çaresizliklerini konuşuyorlardı, ışık ucu görünmeyen bir zulmete gark olmuşlardı, onlar açık itirazlarını da bildiremezlerdi, çünkü 30. Yılların korkusu, kofu hala canlarından çıkmamıştı. 1950 yılının sonbaharında “gönüllü” göç tam gerçekleşti. Elleri koynunda kalmış kadınlar, analar, kara dinmez erkekler, babalar ve birde ele ayağa dolaşan, oraya buraya koşuşan, dünyadan hiç haberi olmayan çocuklar…

Bir sonbahar akşamı her evin kapısında bir yük arabası durdu. Konu komşu birbiri ile vedalaşıyordu, kadınlar dil deyip ağlıyorlardı. Zavallı analar, bacılar öyle sanıyorlardı ki, birbirinden ayrı düşecek, birbirilerini bir daha görmeyecekler. Kimsesiz kalan köpeklerin, kedilerin sesi yürek ürpertiyordu. Arabalar adamları Gümrü tren istasyonuna getirdi. Oradan yük trenine doldurup Azerbaycan’a gönderdiler. Tren “gönüllü göçmenleri” Gökçay ilçesinin Müsüslü adlı küçük bir istasyonunda indirdi. Burası Amasya dağ bölgesinden çok farklıydı, arandı, yazı çok sıcak, pamuk ürütülen memleketti. Küçük kasabanın kenarında düşerge (kamp) yapıldı. Kamp derken, kim nasıl becerdi kendisine kilimden, palastan yaman günlü bir çadır yaptı. Geceler sonbahar kendisini gösteriyordu, soğuk oluryordu. Akşam olduğunda her yandan çakalların uluması başlardı. Böyle seslere alışmamış çocuklar korkar ağlarlardı ve çakallarla çocukların sesi birbirine karışırdı. 

Çadırlarda bir aydan fazla kaldılar, çünkü kalacak yerleri belli değildi. Yönetmenlerin planına göre her ev çeşitli çeşitli köylere yerleştirilmeli idi. Buna tabii olarak köylüler rıza vermediler, toplantı yaptılar ve üç kişiyi Bakü’ye, Komünist Partisi Merkezi Komitesine gönderdiler. Lakin bu üç kişi Bakü’ye ulaşmamış ilçe yöneticileri Azerbaycan Komünist Partisi genel sekreteri M.Bağırova telgraf gönderdiler. Raporda göçmenlerin normal yerleştiklerini kayıt etmiş ve onların adından M.Bağırova “atalık” kaygısına göre teşekkürlerini bildirmişlerdi. O üç kişiyi ise Merkezi Komitenin binasına bile bırakmamışlardı.

 Kayıt etmek gerekiyor ki, Gökçay ilçesi havasına, suyuna göre aran bölgelerinin en iyisidir. Şimdi diğer aran bölgelerine gönderilen Azerbaycan Türklerinin durumunu göz önüne getirebilir misiniz, onlar neler çekmiş. İnsaf namına söylemek gerekiyor ki, o zamanki Azerbaycan Nazirler Sovyetinin sedri (Başbakan) Teymur Guliyev SSCB’nin Başbakan yardımcısı V.Molotova resmi mektup göndermiş ve kanıtlayarak göstermişti ki, Ermenistan genellikte dağ bölgesi olduğundan göçmenleri Kür-Araz ovalığına yerleştirmek olmaz. Onlar o sıcak bölgelerde yaşayamazlar. Teymur Guluyev mektupta göçmenlerin Azerbaycan’ın hangi bölgelerine yerleştirilmesinin daha münasip olduğunu da göstermişti. Lakin T.Guluyev’in mektubu reddedilmiş ve bildirilmişti ki, göçmenler SSCB’nin Merkezi Komitesinin kararında gösterilen bölgelerde yaşayacaklar. Tabii ki, bu Stalin’in, Ermeniler’in, Türkler’e karşı amansız, acımasız strateji planlarından doğuyordu. Bu konuda Stalinin ve onun tek başına idare ettiği Merkezi Komitenin Akıska Türklerinin, Çeçenlerin, Kırım tatarlarının ve diğer halkların timsalinde büyük tecrübeleri vardı.  Akıl alınmaz bir şey, sen yüz binlerce insanı bin yıllarca yaşadığı Vatanından sürgün et ve onların aran yerlerde yaşayacağına karar ver. Çünkü Stalin ve onun etrafında yalakalık eden Ermeniler önceden biliyorlardı ki dağ yerlerinde yaşayanlar aranda yaşayamazlar. İnsanları ata-baba yurtlarından sürgün etmekle gani olmamış, onları tedirce ölüme mahkûm etmekten de vazgeçmemişlerdi.

Böylece bir aydan fazla açık havada kaldıktan sonra nihayet Sultanabadlıların Alpoyut köyünde yerleşmelerine karar verildi. Yerli köylülerden kimin boş odası, ahırı, mereği var ise göçkünleri oraya yerleştirdiler. Damların üstü, duvarlar kamıştan yapılmış, çamurla hafice sıvanmıştı. Oturduğun yerde tavandan yılanın sallanması doğal bir haldi. Evlerin bahçesinde her kesin topraktan kazılmış havuzu vardı. Haftada bir kere orayı suyla doldururlardı, içme suyunu da oradan alırlardı. Havuzun içinde kurbağaların, yılanların yüzmesi normal bir şeydi. Dağların gözyaşı gibi bulaklarının suyunu içenler için bu biraz tuhaftı, lakin insan her şeye alışır. Büyük ve sonsuz minnettarlıkla ve hürmetle söylemek gerekir ki, yerli insanlar göçmenlere saygıyla yanaşır, ellerinden geleni esirgemezlerdi, genellikte Göyçay’ın çok samimi, mert, dürüst insanları vardır.

Moskova’nın, Stalin’in tuttukları mevkiler belli idi, ama belli olmayan, anlaşılmayan Azerbaycan’ın o zamanki yöneticilerinin Moskova karşısında ağzı kesersiz tavırları ve kendi milletine karşı bu kadar bigâne olmaları idi… Bu zavallı göçmenleri koskoca Azerbaycan’ın dağlık bölgelerine, Dağlık Karabağ’a yerleştirmek olamaz mıydı? Cumhuriyetin başında duranlar bilmiyorlar mıydı ki hala o zaman Ermeniler Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a verilmesini ön plana çekmişlerdi. Biliyorlar mıydı? Kim bilir, kim, bu mankurtluk nereden geliyordu. “Göçürülen“ Amasya, Vedibasar, Zengibasar bölgelerinin insanları genellikle çalışmayı seven, kanunları, kuralları icra eden, haklarını savunan, yeri gelirse direnenlerdir, dürüstlüğü, düzgünlüğü savunan ve sevenlerdir.  Ne yazık ki böyle insanları, malum, çoğu yerde pek sevmezler…

1988 yıllarında olayları bir daha gösterdi ki, tarihin kara sayfaları unutulmamış, hatta ondan daha beteri tekrar olabilirmiş. Azerbaycan’ın yöneticileri A.Vezirov, A.Mutellimov gibileri akıla sığmaz, saçma sapan verdikleri kararlarla 30-50. Yılların yüksek görevde olanlarından hiçte geride kalmadılar. Yönettikleri siyasetle sanki diyorlardı ki: “Biz sizin varisleriniziz, sizin yaptıklarınızı tekrar yapacağız, onları yaşatacağız”. A.Vezirovdan hiçte geri kalmayan A. Mütellimov da zavallı kaçkınlara “kaygısını” pek az göstermemişti. Doğma büyüme yurt-yuvalarından kovulmuş, dövülmüş, olmaksızın işkencelere maruz kalmış, yıllarca yapıp yarattıkları mülklerini Ermeniler’e bırakmış, Bakü’ye yerleşmiş binlerce aileleri sopa (dubinka) gücüne yeniden Ermenistan’a, ölüme gönderen ve Ermeni kurşununun karşısına veren, tekrar kaçkın durumuna düşüren A.Mütellimov değil miydi?..

 Başı belalı Sultanabadlılar Göyçay ilçesinde yerleştikten birkaç yıl sonra paren paren oldu. Öleni öldü, kalanı da başını alıp nereye gitti, nerede sığınak bulduysa oraya göç etti. “Gönüllü” adına bakmaksızın geri, memleketlerine dönmeye izin verilmiyordu. Onlarda Sovyetlerin bir çok yerlerine sepilenmiş, fakat hiç bir yerde karar tutamamışlar. Ancak 50.yılların sonunda köyün az bir hissesi memleketlerine yerlerine dönebilmişti. Yavaş yavaş kendine gelen insanlar yeniden yapıp yaratmaya başlamışlar. 60. Yılların başlangıcından genellikle Amasya’nın bütün köylerinde çok kaliteli, çağdaş tipli bir ve iki katlı evler yapılıyordu. Ama buna bakmayarak ilçenin sosyal ve iktisat durumu pek iyi değildi. En önemlisi de oydu ki,  üniversiteyi, yüksekokulu bitiren gençler geri, memlekete dönemiyorlardı. Nedeni de oydu ki, okul öğretmenliğinden başka diğer alanlarda iş yoktu.

Eli iş tutan insanların çoğu kış aylarında Rusya’ya çalışmaya giderdi ve kazandıkları paraların çoğunu ev yapmaya harcarlardı. Aman Allah, bütün köylerde ne güzel iki katlı evler yapılmıştı. Karaçanta’da, Güllübulak’ta, Ohçuoğlun da ne bahçeler vardı…

İnşaat malzemelerinin alınmasında Ermeniler engel olmaz, hatta yardım bile ederlerdi. Onların böyle “canfeşanlığının” ne amaç taşıdığını ancak 80’lerin olayları gösterirdi. Lakin 80. Yıllardan önce 1965 yılında Ermeni milliyetçileri “büyük” kardeşlerinin, Rusların yardımı ile uydurma “Ermeni Soykırımı“ gününü resmileştirdiler ve tarihin en menfur insanlarından biri olmuş, Türklere karşı akıla sığmaz vahşilikler yapmış Andraniki milli kahraman ilan ettiler. Bununla da onlar geniş milliyetçilik planlarının hayata geçmesi için yeni bir döneme adım attılar. Lakin SSCB’ de giden siyasi cereyanlar ile bağlı ermeni milliyetçileri esas planlarını geriye çekmiş oldular. Bununda başlıca nedeni Azerbaycana yeni yöneticinin, Haydar Aliyev’in gelmesi oldu. Azerbaycanda ki kardinal değişiklerin Ağbaba-Şöregel bölgesine de büyük etkisi oldu. İlçenin sosyal, iktisat, medeni gelişmesi inanılmaz derecede hızlandı. Bütün köy evleri telefon, radyo hattı ile,  tüp gazla temin oldu, yeni okullar, öğretmenler evi inşa edildi, yollara asfalt çekildi, ilçe merkezine ve Gümrü’ye otobüsler çalıştı, hastaneler, sağlık merkezleri yapıldı. Birçok alanlarda yerli Azerbaycan Türkleri çalışmaya başladı. İlçe yöneticilerinin, çok sayılı hukukçuların,  doktorların, mühendislerin, iktisatçıların çalışmaları bu yıllarda oldu.

Nihayet ki unutulmuş, gözden uzak olan bölge Azerbaycan’da da hatırlandı. Kültür alanında çalışanların, tiyatro ve sinema oyuncularının, folklörcülerin, tarihçilerin, edebiyatçıların, etnografların, ünlü şairlerin, yazarların devamlı ziyareti başladı…

 Kazakistan’da “ Ak mescit” adlanan bir yerde, yüksek kayaların arasında çalılarla çevrilmiş olan tek tenha bir koca palud (meşe) ağacı vardı. Babam o ağaca sevgiyle bakar, onu mertliğin, mağrurluğun simgesi sanardı. Bir defasında çocuk gibi sevinerek paludun yanlarından çıkmış fidanları gösterdi. “Bak, dedi, ağaç bundan sonra ölmeyecek, yaşayacak, yıldırımlar, fırtınalar ona hiçbir şey yapamaz. Fidanlar onu ebedi yaşatacak, çünkü o onlar için yaşayacak. Tanrım ağacı da, fidanları da gelip giden sazaklardan, ayazlardan, fırtınalardan koru”.

Neredeyse 80lerin başında Arpa gölü sahilinde turistik merkezinin yapılması hakkında Ermenistan Başbakanlığının kararı çıktı. Yaz aylarının birinde Ermenistan Komünist Partisi Baş sekreteri A.Koçinyan Arpa gölünü ziyaret etti. Onların Arpa gölündeki gezisi babama havale edilmişti. Babam onları tekneyle Seyitbiçen adasına götürdü. Yolda A. Koçinyan ona eşlik edenlere gelecekte yapılacak planlardan, bu yerlerin yakın zamanda çok gelişmesinden bahsediyormuş. Birisi babamı işaret ederek Koçinyana sorar, “Ya bunlar nasıl olacak?”, Koçinyan ise cevabında, “ne zamana kadarki o Moskova’da ( Haydar Aliyev) oturuyor, bunlara dokunmak olmaz.” Onlar zannetmişler ki, motorun sesinden babam duymamış.

Akşam babama yarın inşaat malzemeleri için Gümrüye gedeceğini hatırlattım. O duygusal bir halde, “getmiyorum, buranın sonu yok, “dedi.  “Yok” açıklamasını birkaç yıldan sonra anladım. Bu kadar.

P.S.

AĞBABA, AĞBABA- AH BABA, AH BABA…

Hatıralara, tarihe dönmüş bir memleket. Büyük şair demişken, “Bilinmiyor yaşın senin, neler çekmiş başın senin.” O başı belalar çekmiş bölge şimdi insanların kalbinde, hatıralarında yaşıyor. Bir zamanlar Güllübulağ’ın kaşından hasretle Türkiye’mize bakardık, şimdi ise buradan, Türkiye’mizden oraya, o topraklara hasretle bakıyoruz ve her zaman bir istek var; “ne olurdu ki, bir daha göreydim”. Ne olurdu kara kışta günlerce göz gözü görmeyen boranı, fırtınayı bir daha göreydim, tandırda bulgurda hazırlanmış kaz etini yiyeydim. Kuru lavaşı yemeden önce üstüne su çileyip, pamuk gibi yumuşattıktan sonra arasına çeçil koyup bir dürüm yapaydım, tandıra patatesleri atıp, kızartıp, arasına sarı mayıs yağı koyup ağzım yana yana yiyeydim. Arkadaşlarla bulak başında yarpuz toplayıp, peynirle lavaşla yediğimizin lezzetini göreydim. Yine Mustuklu’da ki Eşrefin bulağının, Ördekli bulağının, Aydın bulağının, Hançallı ve Buz bulağının üstünde olaydık. Ne olurdu yine yarpuzlu ayran aşı, evelik aşı, erişte pilavı, erişte çorbası içeydim. Anamın yaprak hangelini, et hangelini yiyeydim. Komşu kadınların toplaşıp bir çuval unun lavaşını yapıp kuruttuğunu, o güzel elleri ile erişte kesip kurutup kavurduklarını göreydim. Çadrasız, boyasız gelinlerimizin, analarımızın repeteyle tandıra ekmek yaptıklarını, bazen de küt düşende deyine deyine erşinle çıkarttıklarını göreydim, o kütten bir tike alaydım. Kış için büyük kazanlarda eti önce haşlayıp, sonra kavursaydılar, bizde iştahla etrafında dönseydik. Nehre’nin çalkalandığını, onun yağından yiyip, ayranından içebilseydik. Dibekte hevenk desteyle bulgur dövüldüğünü, buğday kavurmasından kirkirede kavut çekildiğini, sonbaharda kurut yapılmasını,  çocukların onu serçelerden korumalarını bir de görmek nasip olsaydı. Arkadaşlarla dire dövme, çiling ağacı oynasaydık, kışın tandırın başında oturup hayaller kursaydık, masallar söyleseydik. Koçların kelle kelleye gelip vuruştuğuna, akşamları kuzuların meleşip analarını bulduklarına baksaydık. Şelepapak ihtiyarların duvar dibinde çömelip geçmişten gelecekten aramla, telesimeden konuştuklarını dinleyeydik. İlkbaharda kuşeppeyi, yemlik, gımı, kaz ayağı, çaşır toplasaydık. Yine hasretle Nevruz bayramını bekleseydik. İlave olarak söyleyelim ki, Nevruz bayramının bir halk bayramı gibi çok eski tarihe dayandığını 1967 yılında tanınmış yazar, dramaturg, şair, edebiyat eleştiricisi, Azerbaycan Komünist Parti sekreteri Şıhali Gurbanov hayatı pahasına ispatladı ye Merkezi Komitesinin kararı ile bayramın milli halk bayramı olduğu ilan edildi. Nevruzun Fars’la, Arap’la,  hiçbir ilgisi yok… Bayram akşamı ateş yakıp üstünden atlasaydık, bacalara şapka atsaydık, bayram payı alsaydık, akşam karanlık olduğunda kapı pusaydık,  saatlerle dadışıp yumurta dövüştürseydik, bayram semencisini içseydik, kızlarımızın nanay deyip şarkı söylediklerini dinleseydik, sabah erkenden gençlerin, kızların bulak başında sulaşmasını, minik kızların taşlar üzerindeki yosunlardan kına yapıp ellerine çektiklerini görseydik. Baharda çöllere sepilmiş al elvan çiçekleri toplayan çiçek kızlarımızı, onların kıygıcı bakışlarını, bir biri ile kaş göz atmacalarını, sohbet ettikçe tekrar olunmaz yüzlerinin nice allandığını bir daha görmeyi nasip etseydin, ya Rabbim. Düğünlerde zurnanın, davulun muhteşem sesi, damadın dam üstünden gelinin başına şeker, çerez attığını ve küçük çocukların onu topladığını seyir etseydik. Yiğitlerin at koşmasını, güreş tutmalarını, gençlerin birliğin, beraberliğin remzi olan yallı, halay çektiklerini görseydik.  Aşık Şenliğin şakirtleri olmuş aşık Nasibin, aşık İskenderin yürek sızlatan havalarını dinleseydik. Daha neler, neler… Ama şimdi dağıtılmış, kimsesiz,  yetim kalmış köylere, sahipsiz, boynu bükük mezarlara (eğer kalmışlarsa) bakmaya hangi yürek dayanabilir ki? Tarihin kan yad taşı olarak onları ancak rüyada uzaktan alatoranlıkta, yada dumanlı, çiskinli bir halde görüyoruz… Ama insanı yaşatan umuttur. Büyük şairimiz demiş ki,

…Geçek derelerin boğanağından,

Geçek dolayların doğanağından,

Güneşin zirvede doğan anından,

Nur alıp, bu yurda sepelemesek

Sen kime gereksen,men kime gerek?!

Memmed Araz.

*Kafkas Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

thumbnail_1012563_595624330521518_2131872815_n-001.jpg​​​​​​​

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.