Jamie Uys’un 1980 yapımı Tanrılar Çıldırmış Olmalı filmini, daha önce de bir vesileyle bu köşede anmıştım, izleyici için epey keyifli bir filmdi. Ama filmde tepesine Coca-Cola şişesi düşen o “ilkel” Afrika kabilesi için keyifli olduğu söylenemez herhalde.

İzleyenler bilir; bir uçaktan düşen Coca-Cola şişesi o zamana kadar dingin bir hayat yaşayan kabilede tam bir karmaşaya yol açmış, insanlar tepelerine düşen şişeyi tanrıların kap kaçaklarından bir parça sanmışlardı.

O Afrika kabilesinden söz ederken “ilkel”i özellikle tırnak içine aldım. Bugünün dünyasına ve etrafımıza biraz baktığımızda kimin ve neyin ilkel olduğu konusundaki bütün ezberimizi değiştirmemiz gerekir.
Tanrılardan mı söz ederiz o Afrika kabilesi gibi ya da Tanrı’dan mı bugünün insanları gibi, bilemiyorum. Ama çıldırmış olanın tanrılar değil, insanlar olduğu kesin!

Suriye’de yaşananlara bakın! Hele de son birkaç gündür, bizi adım adım yalnızca Esad’ın ordularıyla değil Rusya ile bile savaşa sokacak gelişmelere… Çılgınlık değilse nedir?

Libya’da ve dünyanın dört bir yanında birbirini boğazlaması insanların, çılgınlık değilse ne?
Kadına, eşcinsele, yabancıya; Müslüman’a, Yahudi’ye, Hristiyan’a, bir başka dinden olana yani; “öteki”leştirdiklerimize karşı bu düşmanlık, şiddet, vahşet nasıl tanımlanmalı, bilemiyorum. İlkellik desek hafif kalır, çılgınlık desek yetmez!

Bir kolektif çılgınlık hali midir nedir insanlığın, dillerimizin kötülüğü ifade etmek için bugüne kadar bulduğu sözcüklerin tarifte yetersiz kaldığı kötülükler yapıyoruz.

Ortaçağ hani böyle kötülüklerle anılır sık sık; engizisyonun, daha bin bir türlü işkencenin yapıldığı zamanlar…

Erken dönemi ile geç dönemini dikkate aldığımızda; 5. Yüzyıl ile 15. Yüzyıl arası bir zaman Ortaçağ. Erkeni ile aramızda 16, geç dönemi ile aramızda 6 yüzyıl var.

Aradan geçen bunca yüzyıla karşın geldiğimiz yere bakın! Avrupa’da hem de!
Avrupa’nın her alanda en ileri ülkesi sayılabilecek Almanya’da, Hessen eyaletinin Hanau kentinde, iki ayrı nargile kafeye saldıran faşist “kendisi gibi değiller”, “yabancılar”, “ötekiler” diye insanları katletti.
Daha bunu hazmedemeden, sonuçları itibariyle olmasa da, bundan da korkunç görünen bir şeyi yaptı Ukraynalılar!

“Yabancı” da değildi taşladıkları. Kendi vatandaşlarıydı ve yalnızca hasta olmaları küçük bir olasılıktı.
45’i Ukraynalı, 27’si yabancı uyruklu toplam 72 kişi Vuhan’dan uçakla Ukrayna’nın Harkov kentine getirildikten sonra, oradan otobüslerle bir sağlık merkezine nakledilirken, yine Ukraynalı bir grup tarafından otobüsler taşlanarak şehre girişleri engellenmeye çalışıldı.

Tut ki hepsi hasta olsunlar! Hastalık işte…

2020 yılının Şubat ayının 20’nci günü; “çağdaş dünya”nın bir yerinde; bir grup “olası hasta”, Ortaçağ’da kara ölüm denilen vebalılara reva görülen muameleyle karşılaştı.

Bırakılsalar; tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi; belki de haçlar, mumlar ve şeytan çıkarma ayinleri eşiğinde otobüsler dolusu insanı yakacaklardı!

Veba salgınını yaşayan 14. Yüzyıl İtalyan yazarı Boccacio, “Decameron” adlı eserinde salgın günlerini; “Babalar, oğullarını; anneler, bebeklerini terk ediyor; hizmetçiler, hanımlarından kaçıyor, noterler ölülerin son arzularını kaydetmekten vazgeçiyor; doktorlar, rahipler ve rahibeler, hastaları ziyarete gitmiyorlardı. Kimse Hıristiyan usullerine göre gömülemiyordu; evler birer mezarlığa dönüşmüştü.”, diye anlatır.
Ukrayna’da olanları nasıl anlatırdı acaba? Daha korkunç değil mi Ortaçağ’da yaptıklarımızdan? İlkellik, çılgınlık… Ne desem yetmiyor. Başlıkta “16 yüzyıl geri” diyerek erken Ortaçağ’a bir gönderme yaptım, ama o da yetmiyor!